Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

25 Aralık 2012 Salı

HEYYFİ GİDİYOR...


Sevgili Dostlar, yeni yılı karşılamak ve bol ışıklı bir yıla başlangıç yapmak için, sevgili eşimle birlikte yarın yola çıkıyoruz.
Yeni yıla Dubrovnik'te gireceğiz.
Hepinize mutlu, huzurlu, bol bol ışıklı, yolunuzun hep aydınlık olduğu, ihtiyacınız olan herşeyin, ihtiyacınız olduğu anda yanınızda olduğu, sıcak, bol tarçınlı çayların ısıttığı bir yıl ve ömür dilerim.
10 gün sonra dönmüş olacağım. Yeni yıla yenilenmiş olarak girmenin heyecanıyla da, sizlerle çay ve simit eşliğinde iki lafın belini kırmaya devam ederiz.


Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

21 Aralık 2012 Cuma

Fotoğraf Albümlerimden - MOSKOVA

Hazır yeni yıla girmek üzereyken, "Fotoğraf Albümlerimden" serisine devam edeyim dedim.
Yine bir yeni yıl zamanı, bizim malum kalabalık arkadaş grubumuzla, yeni yıla Moskova Kızıl Meydan'da girelim dedik.
Hazırlıklar yapıldı, kalın kıyafetler alındı... Cep sobaları, içlikler gibi gerekli olan tüm ısınma detayları düşünüldü...
Birkaç gün erken gittik. Moskova'yı gezmeyi planlıyorduk tabii. Ama bu derece bir soğuk beklemiyorduk aslında.
Yılın son günü, erkenden Moskova'yı gezmeye başladık.
Her yer ışıl ışıldı. Bize söylenen, belli aralıklarla zıplamamız ve ara ara küçük yudumlarla votka içmemizdi. Aksi halde donma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktık.
Bir kısmımız, her Türk vatandaşı gibi, zorunlu hallerde kullanılan "Türk Gücü"nü kullanmaya karar verdi.
"Bize birşey olmaz canım, -25 bize ne yapar ki" dedi.
Sanıyorum bu sözler bizim "hasta olmadan önce söylenen son sözler" türevi cümlelere güzel bir katkımız oldu... :)
Otelden ilk çıktığımızda, çok sıkı giyinmiş olmamız sebebiyle keyfimiz çok yerindeydi. Heyecan, mutluluk ve sevgi dolu çığlıklar eşliğinde gezmeye devam ettik. Yaklaşık 2 saat sonra -ki bu, kullanılan "Türk Gücü Depoları" nın bitme dönemine rastlar :) - sevgi dolu çığlıkların yerini şu sızlanmalar almaya başladı:
"Ahmeeet, parmak uçlarım hissetmiyooor..."
"Hayatım, otelden çıkarken sana biraz votka alalım dedim değil mi? Zıpla, zıpla haydi... Bekleme, donacaksın!"
"Anneee, burnumun içinde buzlar oluştu, acıyooor..."
gibi cümleler kurarak yine de gezmeye devam ettik.
Zaman zaman kafelere girip ısınıyor, sıcak bir şeyler içiyorduk.
Aldığımız karar gereği, Kızıl Meydan'a 3 saat önce gidip, kutlamaları en iyi şekilde görebileceğimiz bir yere yerleşmeliydik.
Gittik. Zıpladık, zıpladık, zıpladık, o muhteşem ışıkları ve süslemeleri seyrettik. Konserler başlamıştı, onları izledik, ama artık donma noktasına ulaşmıştık.
Düzenli zıplayan ve votka yudumlayan arkadaşların keyfi yerinde olmakla birlikte, diğerlerimizde hafif donma tehlikesi başlamıştı.
Saatler tam 00:00'ı gösterdiğinde, muhteşem bir havai fişek gösterisi ile herşeyi unuttuk. Muhteşemdi.
O muhteşem görsel şölen, votka, zıp-zıp zıplamak ve tabi ki her daim depolarımızda kullanılmak üzere hazır bekleyen "Türk Gücümüz" ile Rusya'nın soğuğunu da alt edip ülkemize döndük.


Bu gezimize özel olarak, kimsenin fotoğraflarda güzel çıkmak gibi kaygısı olmadı. Çünkü herkes soğuktan korunmak için o kadar üstüste giyinmişti ki, kimin kim olduğu anlaşılmıyordu. :)
Yeni yıla girmek için Rusya'ya tekrar gidecek olsam, yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Yeni çıkan şu zıp-zıp ayakkabıları,


2- Yedeklenmiş "Türk Gücü" deposu,
3- Votka bizi bozar diyerek, bu depoların tek yakıtı olan aslan sütü.
Bir sonraki "Fotoğraf Albümlerimden" yazısına, en yenisi olacağı için, Dubrovnik yansıyacak.
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

11 Aralık 2012 Salı

YENİ YIL AĞACIMIZ

Yılın en sevdiğim ayı aralık ayıdır. Takvimler bir dönemi kapatır, yeni bir dönemi işaret eder.
Benim için bir yıl daha yaşlanmak değildir gelen yeni yıl, tazelenmek ve yenilenmek için bir fırsattır.
2012 bana o kadar güzel şeyler getirdi ki, 2013'ü heyecanla bekler oldum.
Eşimle ağacımızı süsledik.
Yeni yılda gideceğimiz Dubrovnik ile ilgili, bilgilenme ve araştırmalarımızı yaptık (eşim yaptı aslında).
Akşam oldu.
Gökyüzü karardı.
Ağacımızın ışıkları, ruhumuzu aydınlattı.
Mumlarımızı yaktık.
Sonra hayata, bize birbirimizi hediye ettiği için teşekkür ettik.
Sürekli yeni yıl filmleri izliyoruz.
Şimdilerde heyecanla ilk kar yağışını görmeyi bekliyorum.
Neden mi?
2012 için teşekkür edip, 2013 dileklerimi sıralamak için.
Böyle tuhaf ritüellerim var işte.
Zaten eşim de benim bu dünyaya değil, başka bir gezegene ait olduğumu düşünüyor :))
Hangi gezegene aidim bilmiyorum ama bildiğim tek şey, ait olduğum gezegeni çok seviyor olmam.
İşte ağacımız.


Hepinize, mutlu, ışıklı, her anı dolu dolu yaşanan, sağlıklı bir yıl dilerim.
Sevdiğinizi söyledikleriniz ve sevildiğinizi söyleyenleriniz bol olsun.
Sizleri seviyorum...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

8 Aralık 2012 Cumartesi

BİRAZ BENDEN-3

- Nee, hamile miyim?
- Evet kızım, hem de 3 aylık...
Masmaviydi gözleri. Kocası onu uzaktan görüp, aşık olduğunda, en çok gözleri için şiirler yazıyor, mahallenin küçük çocuklarıyla O'na ulaştırıyordu.
Evlendiler.
İlk çocukları, daha 1 yaşındayken beton bir zemine düşüp, ömür boyu devam edecek özel bir bakıma ihtiyaç duyacaktı.
Ayten ikinci hamilelik haberini, ilk bebeği henüz 3,5 yaşındayken almıştı.
Ayten, bu küçük, havası ağır kokan hastane odasında, oturduğu eski ve tozlu koltukta, vücudunun iyice ağırlaştığını hissetti.
Korktu.
Sanki vücudundaki tüm hücreler yer değiştiriyordu.
Hiçbir şey söyleyemedi.
Boğazında bir düğüm, yüreğinde kocaman bir korku belirdi.
Sevdiği adama döndü.
Onun gözlerinde bir teselli bakışı aradı, ama göremedi.
Sadece ağzından bir tek cümle çıkıverdi.
"Ama, ama bebeğim daha çok küçük, bana ihtiyacı var, bu nasıl olur Şükrü?"
Eşi, gözlerini yere doğru kaydırdı. Bakamadı sevdiğinin gözlerine. O an hiç de doğru bir an değildi, aşık olduğu o mavi gözlere bakmak için.
Karısına iyi gelebilecek bir bakış verebileceğini bilse, bunu yapmak için tek bir saniye bile beklemeyecekti.
Şükrü ayağa kalktı. Ürkmüş, korkmuş kadınına doğru birkaç adım attı.
Biraz eğilip elini, ellerinin arasına aldı. Hıçkırmamak ve çaresizliğini belli etmemek için, omuzlarını dikleştirdi. Birkaç küçük öksürükle boğazındaki düğümü çözüp, bildiği en güçlü sesini kullanarak,
- "Haydi canım, gidelim şimdi. Herşey olacağına varır..." diyebildi.
Demişti demesine de, söylediğine kendisi de inanmamıştı.
Nasıl herşey olacağına varacaktı.
Küçücük gecekondularında zaten zor geçiniyorlarken ve altından kömür ocakları geçtiği için her an yıkılmak üzere olan evlerinde, ömür boyu bakıma muhtaç olan bebekleri varken, yeni bir tanesi...
Nasıl olacaktı?
Cevabını bilmiyordu.
Bildiği tek şey, kadınının rahminde, onlara ait yeni bir can vardı.
Ne kadar zor bir karardı bu.
Kimden, nelerden vazgeçmeleri gerekiyordu.
"Allahım, cevabını bilmediğim ne kadar çok soru var" diye düşündü.
Kafasından bunlar geçerken, Ayten'in elinden tutmuş, hastane odasından çıkarlarken, üzerinde mavi çiçek desenli pazen elbisesiyle, yüzüne anneliğin ilahi ışığı vurmuş olan Ayten, güçlükle dudaklarını araladı ve belkide hayatının en zor kararını açıklıyor olmanın verdiği yorgunlukla,
"Bu bebeği doğuramam" dedi.
Sustu.
Bu ne gürültülü bir sesizlikti.
Sanki dünyada inşa edilmiş tüm duvarlar çöküyor, toz duman içinde, dünyanın sonu yaşanıyordu.
Ayten'in rahmindeki bebeğin kalbi, dünyaya küsmüştü.
Bu bebek, 6 ay sonra, dünyaya küsmüş bir kalp ile gelecek, zamanla herşeyi ve herkesi daha iyi anlayacak, dünya ile barışacak ve Heyyfi ismiyle, blog yazıp, çay ve simit eşliğinde iki lafın belini kıracaktı.


Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

2 Aralık 2012 Pazar

YA OLMASAYDI...

Bugün benim için çok üretken geçiyor.
Bu kargaşanın arasında birden aklıma, şu aynalar olmasaydı ne yapardık diye geldi.
Sonra, baktım ki kendimi, varlığını çok önemsemediğmiz ama olmasaydı ne büyük eksiklik olurdu deyeceğimiz şeyleri kafamda sıralarken buldum.
Tabii kast ettiğim şeyler hayati önemi olan şeyler değil. Onlar zaten olmasaydı ne yapardık değil mi?
Örneğin, çamaşır mandalı,
Çalar saat,
Küvet tıkacı,
Düğme,
Naylon poşet koymak için yapılmış oyuncak bebekler,
Ütü masası,
Bulaşık süngeri,
Kirli sepeti,
Uzaktan kumanda,
Ayak havlusu,
Tırnak makası,
Patates salatası,
Gangnam style dansı :)
Google....gibi....
Özellikle Gangnam style olmasaydı, şu sıralar ne yapıyor ve ne dinliyor ve ne konuşuyor olurduk değil mi?
Sizler de, olmasaydı ne yapardık dediklerinizi paylaşın ve liste böyle uzayıp gitsin :))
Sevgilermle...
Heyyfi...



- Posted using BlogPress from my iPad

1 Aralık 2012 Cumartesi

KUTLAMA...

Çalışma masama oturduğumda, konusu şu an okuduğunuzdan farklı bir yazı yazmaya hazırlanmıştım.
Müzik gerekli diye düşündüm.
Sezen'e karar verdim.
Sezen'den "Kutlama" çalmaya başladı.
Masamdaki gül kokulu mumu yaktım.
Sezen söyledi, ben mumu izledim uzun süre.
Sonra, yazacaklarım zihnimi terk etti, gitti.
Başımın üzerindeki hayal baloncuğumda, geride bıraktığım 41 yılım şekillendi.
Boğazımda bir düğüm, gözlerimde bir bulut belirdi.
Sanki, seri olarak devamları çekilen filmler gibiydi hayatım.
Her bölüm, hayatımın bir dönemini anlatıyordu.
Her bölümün sonunda, oyuncular ve film ekibinin isimleri sırayla geçiyordu ekrandan.
Sanırım 40'lı yıllarıma girdiğimde, hayat filmimin, yeni bir bölümü vizyona girdi.
Film müziği Sezen'den...
"Kutlama".
Bu bölüm, benim en mutlu baharımın anlatıldığı bölüm.
En mutlu yıllar.
Bu bölümün yönetmeni, biricik eşim.
Hem hocam, hem kocam.
Filmin müziği diyor ki:
"Seninle baharı kutlamaya geliyorum,
Başımı omzuna yaslamaya,
Hayata yeniden başlamaya..."
Boğazımdaki düğüm büyüdü, gözümdeki bulut indi yanaklarıma.
Bu KUTLAMA çok iyi geldi bana.
Filmin sonu ne zaman gelir bunu bilemem.
Ama biliyorum ki, film bitip de SON yazdığında, film ekibi, yani hayatıma tek bir saniye için bile girmiş olan herkes, iyi bir iş çıkartmış olmaktan dolayı, mutlulukla karışık, gözlerinde bulutla, filmi ayakta alkışlayacaklar.
Bu filmi, anlamlı ve mutlu kılan tüm dostlar; hepinize sonsuz teşekkürler...
Hayatımı, anlamlı ve mutluluklarla dolu, sonu gelmeyen bir KUTLAMA'ya çevirdiniz.
Teşekkür ederim...
Sevgilerimle...
Heyyfi...




- Posted using BlogPress from my iPad

27 Kasım 2012 Salı

YENİ YIL DİLEKLERİM...

Her yılın bitmesine çok az bir zaman kala, büyük bir heyecanla, kırtasiyeye giderim.
Her zaman yaptığım gibi, elimde alınacak kitap listeleri ile değil.
Beynen ve kalben hazırlıklı bir şekilde kitapçıdan içeriye girer, hiçbir yöne sapmadan ajanda ve not defterlerinin yanına giderim.
Yıl sonunda birçok kişi ajanda alır ya da bir yerlerden promosyon olarak hediye gelir.
Hediye ajanda asla kullanmam.
Dediğim gibi, ajanda ve defter bölümüne giderim ve raflardaki ajandalara kendimi gösteririm.
İçlerinden biri, sadece biri, "ben buradayım, beni al ve eve gidelim" der.
Onu raftan elime alır, "merhaba" derim.
Benim için o kadar önemlidir ki ajanda alışverişi.
Nedenini anlatayım.
Her yıl, yeni yıla bir hafta kala, daha önceden aldığım ve çalışma masamın en görünür bölümünde büyük bir heyecanla o anı benimle birlikte bekleyen yeni ajandamı alır, dumanı buram buram tarçın kokularıyla salınan bitki çayımın eşliğinde, çalışma masamın başına geçer otururum.
Sonra, bitmekte olan yıl için zihnimde kısa bir gezintiye çıkarım.
Acısı ve tatlısıyla geçen yıldaki herşey için şükreder, teşekkür ederim.
Beni mutlu eden, etmeyen, üzen, üzmeyen, ağlatan, ağlatmayan, kısaca herşey için, her duygu için, yaşadıklarım ve öğrendiklerim için şükranlarımı sunarım.
En sevdiğim kalemimi elime alır, kollarımı sıvar, derin bir nefes alır ve yüzümde kocaman bir gülümsemeyle ajandamın ilk sayfasını açarım.
Yazmaya başlarım.
Yaşadığım ve bitmekte olan bu yıl için teşekkür ettikten sonra, gelecek olan yeni yıl için duygularımı yazmaya başlarım. Bu bir dilek listesi değildir. Bu yazının içinde kesinlikle, şu olsun, bu gerçekleşsin gibi net çizgileri olan hiçbirşey yoktur.
Her yıl yazdığım, kendimce belirlediğim birkaç cümleyi yazarım.
İlk sayfada bu yazılı olur.
Heyecanla yeni yılın getireceklerini beklemeye başlarım sonradan.
Bu yıl için hayalini kurduğum bütün dileklerim oldu.
Özellikle bugün, yıllardır sabırla beklediğim birçok güzel şeylerin haberlerini ve tebriklerini aldım.
Sonra eşimle bunu kutlamak için Tepe Prime Butcha'da kırmızı şarap eşliğinde akşam yemeğimizi yedik.
Evimize döndüğümüzde, bize getirdiği güzellikler için 2012'ye teşekkür ettik.
27 Aralık'ta Dubrovnik'e gidiyoruz ve 3 Ocak'da döneceğiz.
Eminim yıllardır aradığım o kar küresini de bulacağım.

Sizleri 2013 ajandamla ile tanıştırayım.
Pembe olanı da çantamda benimle gezecek olan, acil not alımında kullanılacak not defterim.


Ne tatlılar değil mi?
Belki siz de gidip, çantada kulanılan boyda ajanda almak isteyebilirsiniz.
Gidin ve onun sizi seçmesini bekleyin. Emin olun, o size diğerleri arasından göz kırpar.
Alın ve evinizin en sakin köşesine geçin, taze bir çay ya da kahvenizi alın, sonra 2012 yılının size getirdiklerini düşünün. İlk sayfasına 2013 yılı için, duygularınızı sohbet eder gibi yazın.
Ama önemli olan, bu yıl yaşadığınız iyi ve kötü ne varsa hepsi için teşekkür edin ve şükredin. Hepsinin bir sebebi vardır mutlaka.
Sonra da, durun ve bu yılın size getireceği mucizeleri gözlemlemeye başlayın.
Ne kaybedersiniz ki?
Hayat bence bir yap-boz oyunu gibi. Doğru parçalar elimizde, önemli olan onları yerleştireceğimiz doğru yeri bulmak.
Tek yapacağımız, yap-boz tahtasına dikkatlice bakmak. Hepsi aslında, gözlerimizin önünde.
Elimizdeki parçayı, başka bir yap-boz tahtasına uydurmaya çalışmak bizi hem mutsuz eder, hem de zaman kaybettirir.
Haydi!..
Ajandanızın ilk sayfasına, yap-boz tahtasındaki resmi tarif edin.
Tarif edin ki, elimizdeki parçaları yerlerine yerleştirebilelim.
Dilerim ki hayatınızda, bildiğiniz ve bilmediğiniz her yoldan size ulaşacak, maddi ve manevi bolluklar çok olsun...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

20 Kasım 2012 Salı

iZMİR...

Bir haftadır İzmir'deyiz.
Bazen yıllarınız geçer de, o yıllara dair anlatacak pek birşeyiniz olmaz, bazen de 3 gününüz öyle bir geçer ki, yıllarca hep o 3 günü anlatırsınız.
Hep anılarımda yer alacak, hiç unutulmayacak bir hafta sonu geçirdim İzmir'deki dostlarımla.
Uçaktan inip, kalacağımız yer olan, ablamların evine gittik. Muhteşem bir sofrada, muhteşem değerlerdeki aile dostlarımızla geç saatlere kadar uzayan sohbetlerle, yemekler yedik.
Şükredecek ne çok şey var diye düşündüm.
Ertesi gün, üniversiteden bir arkadaşımla kahve içtik. Çok keyif aldım. Yıllar sonra bile, hala sohbeti size ve hücrelerinizin en derinlerine huzur verebiliyorsa, bu ne büyük bir zenginliktir.
Şükredecek ne çok şeyim var diye düşündüm.
Hafta sonu, İzmir'e her gittiğimde bana yaşam enerjisi veren, çok özel insanlardan oluşan dostlar grubuyla, Çeşme Dalyan'a gittik.
Çok keyifli bir otel ayarlamışlar. Sanki evimiz gibiydi.
60 kişilik bu gruptan biraz bahsetmek isterim.


Bu kişiler birbirleriyle çok iyi anlaştıkları ve birarada olmaktan keyif aldıkları için zaman zaman böyle buluşuyor ve yeni yerler keşfedip geziyorlar. Bizi de davet ediyorlar ve biz de koşa koşa geliyoruz. Gerçi bu kez havayolunu kullandık :)


Bu grubun ortak noktaları, hayata bakış açıları aslında. Her biri ile tek tek konuştuğunuzda, insanoğlunun nasıl bir güçle yaratıldığını ve insanın isterse, neleri başarabileceğinin canlı örnekleri.
Onlarla, bir araya her geldiğimde, duygulanıyorum ve onların arkadaşı olabildiğim için kendimi çok şanslı görüyorum.
En gencinden, en yaşlısına kadar, saygı duyduğum ve hep yanımda olmalarını istediğim kişilerden oluşuyor bu grup.


Hakkımda bölümünde yazmıştım; doğru beslenmek sadece yiyerek değil, duyarak ve görerek de olmalıdır. Ben bu hafta sonu o kadar güzel beslendim ki anlatamam.
Hücrelerime kadar mutlulukla ve huzurla beslendim.
Bu insanlara bir kez daha saygı duydum, hayranlık duydum.
Bu grubun bir parçası olduğum için gurur duydum.


Ve düşündüm.
Hayatımda şükredecek ne kadar çok şey var.
Ben hayattan öğrendim ki, hayattaki zor günler, güzel günlerin habercisidir.
Bu günlerim için ve yıllar önce bu yılların habercisi olan zor günlerim için şükürler olsun.
İzmir'deki büyük ailem, sizleri çok seviyorum.....
Heyyfi...


- Posted using BlogPress from my iPad

12 Kasım 2012 Pazartesi

BENİM, HEYYFİ


Bazen dostlarımız, ansızın gelen çok değerli bir hediye paketi gibidir. Hiç beklemediğimiz bir anda aniden karşımıza çıkabilirler.
Benim de hiç beklemediğim bir zamanda, Meryem, bir hediye gibi bana gönderildi.
Paylaşayım istedim sizlerle.
Bir arkadaşıma -ki bu kişi benim ömrümün sonuna kadar hayatımda olacak, iyi ve kötü gün dostumdur- ördüğüm bir kazağı hediye etmiştim. Arkadaşı bu kazağı görünce ben de istiyorum demiş. Geçen sene örgü sezonunu kapattığım bir döneme rastladığı için örememiştim. Zaten keyif için ördüğümden bir kazak birkaç ayda bitiyor :)
Bu sene, örgü sezonunu tekrar açınca, hiç görmediğim, tanımadığım, sesini bile duymadığım bu kişiye de bir kazak hediye etmeye niyetlendim. Sonuçta benim canım dostumun arkadaşıydı.
Arkadaşımı arayıp, kazak öreceğim o meçhul kişinin boy ve ölçülerini istedim. O sıralarda da İstanbul'daydık.
Arkadaşım, "ee siz de oradasınız, bir kahve içmek için buluşun, hem de tanışmış olursunuz" dedi.
İyi bir fikir olduğunu söyleyip, telefonunu istedim.
Numarayı yazdım ve ara tuşuna bastım. Karşılaşacağım sesi çok merak ediyordum. Aslına bakarsanız aksanlı konuşan bir ses bekliyordum. Çünkü, bu kişi hakkında bildiklerim, İran'lı olması ve başarılı bir ressam olmasıydı.
Telefon açıldı.
- Alo...
- Merhaba benim, Heyyfi (gerçek adımı söyledim tabi)...
Arayacağımdan haberi olduğu için, hal ve hatır sorma aşamasından sonra randevulaştık.
İsmi Meryem'di.
Atölyesine gittik.
Her yerde muhteşem resimler vardı.
Bir sehpanın üstünü palet olarak kullanmıştı. Üzerinde dünyanın bütün renkleri birbiri içine geçmiş şekilde yerlerini almıştı. Hayatı özetler gibiydi bu sehpa.
Bize bitki çayı hazırlamak üzere mutfağa gitti.
O sırada biz de eşimle birlikte resimlere göz atalım dedik.
Gördüğüm resimlerde bir kadın yüzü vardı. Farklı kadınların, aynı ruh hallerinin ifadeleri vardı. Bazı ifadeler ne kadar da tanıdıktı.


Özellikle dikkatimi çeken şey ise, alınlarındaki ifadelerdi. Bir insan, nasıl olurda, sadece boya ve fırça ile, bu ifadeleri, ruhun kırık döküklüğünü, içlerindeki kavgayı ve hesaplaşmayı resmedebilirdi. Hayranlıkla izledim. O resimlere saatlerce bakabilir ve uzun saatler boyunca, üzerlerine düşünebilirdim.
- Alınlarında o kadar çok ifade var ki, ben resimden anlayan biri değilim ama, bu kadınların alınları ne çok şey anlatıyor Meryem dedim.
- Bu koleksiyonun ismi Alın Yazısı zaten dedi.
Sustum.
Sustum, çünkü artık söyleyecek değil, hissedecek çok şeyim vardı.
Şu sıralar Meryem'in kazağının yarısı bitmek üzere.
O kadar büyük bir heyecanla örüyorum ki bu kazağı.
Bana hiç beklemediğim bir zamanda, hediye gibi gelen bu dost ile sizi özellikle tanıştırmak istedim.
Hayatın bizlere sunduğu hediyeler, hiç beklemediğiniz bir anda, bazen çok ihtiyaç duyduğunuz bir anda, bazen de tam da beklediğiniz anda size ulaşabilir. Ben bu hediyeleri çok seviyorum. Hayatla aramızdaki tatlı bir oyun gibi...
Zil mi çalıyor?
Bu çalan sizin ziliniz galiba.
Siz kapıya bakın. Belki de beklediğiniz o hediye gelmiş olabilir.
Ben de gidip, sıcacık bir çay alayım kendime..
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

Elbet Bir Gün...

Bir gün O'nu göreceğimi biliyorum.
O, bir yerlerde beni bekliyor.
Bir gün, dünyanın herhangi bir köşesinde, belki de oturduğum evin hemen karşısındaki caddede.
Belki de internette görüp vurulacağım ona.
Ve onu ilk gördüğümde diyeceğim ki, "seni yıllardr aradım, her gördüğüm benzerinde hemen dokunup sen misin diye anlamaya çalıştım. Ama biliyormusun, sen olmayanları hemen hissettim ve arkamı dönüp gittim".
O henüz hayatıma girmedi ama ben onu arıyorum.
O ne mi?
O, elinize aldığınızda ve salladığınızda, dökülen kar taneleri arasında bir evin olduğu kar küresi.


Benim olmasını istediğim, hem de en çok istediğim şey.
Hayalimdeki kar küresini bulduğumda onu elime alıp, karlarını yağdırıp, içine baktığımda anlayacağımı biliyorum.
Onu gördüğüm an tanırım.
Ama hâlâ bulamadım.
Öyle bir kar kürem olduğunda saatlerce onu seyredip, içimdeki dünyaya dalıp, iyi hissedeceğim.
Diyeceksiniz ki, hele bir de yeni yıl gelirken "ortalık bu kürelerden geçilmiyor, sen hâlâ bulamadın mı?"
Bulamadım. Biliyorum etrafta onlardan çok var.
Ama O'nu bulamadım.
Genellikle içlerinde basit basit objeler var, ya da bir hikaye yok. Benim küremin içinde kendi hikayemi bulmalıyım. İçindekiler minicik oyuncaklar gibi değil de, benim hayal baloncuğumun içi gibi olmalı.
Benim için çok önemli bu kar küresi.
İnanın gelinliğimi bile araştırırken bu kadar seçici değildim.
Neredeysen gel ve beni bul sevgili kar kürem. Odamdaki yerin bile hazır.
Bu yıl sanki seni görecekmişim gibi geliyor.
Görüp de "işte buradasın, seni çok bekledim" diyeceğim gün çok yakın sanki... :)
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

6 Kasım 2012 Salı

YANLIŞLIKLA OLDU...

Sizlere bugün yansıtmak istediğim "dünya halleri" çok sevdiğim birinin başından geçen gerçek bir hikayedir.


Okulu bitirmesi için staj yapması gerekiyordu. İlgili kurum seçildi, başvurular yapıldı ve stajın ilk günü geldi çattı. Yeni stajyer kız, sarı saçlı, dikkat çekici, güzelceydi. Daha ilk gün dikkat çekmeye başlamıştı bile. Fakat onun dikkatini gayet sıradan görünen, bakıldığında hiçbir çekiciliği olmayan, kurumun belki de en cüsseli burnuna sahip mühendisi çekmişti. Bu ilgisi karşılıksız değildi. Koridorda, yemekhanede her karşılaştıklarında birbirlerine bakıyorlar ve sadece onların görebildiği şimşekler çakıyordu her yerde. Kalpleri hızla çarpıyor, o ânın bitmesini hiç istemiyorlardı. Tüm bunlara rağmen henüz hiç konuşmamışlar, selamlaşmamışlardı bile. Her ikisi de sabahı zor ediyor birbirlerini görecekleri için kalplerinde kelebekler uçuşup heyecan duyuyorlardı.
Birbirlerini görmeden geçen kocaman bir haftasonundan sonra pazartesi sabahı gelip çattı. En yakışan kıyafetler seçildi. En etkileyici bakış çalışmaları yapıldı aynanın karşısında.
Kuruma geldiler.
Biriken işlerden dolayı yoğunluk vardı ve birbirlerini göremediler.
Saat 12:00 oldu ve öğle yemeği için yemekhaneye çıktılar.
Kız siyah pantalon ceket takımı, beyaz gömleği, topuklu siyah ayakkabıları ile ciddi, bir o kadar da çekici görünüyordu. Sarı saçları omuzlarına düşmüş, güzel yüzüne çerçeve olmuştu sanki.
Mühendis yemekhaneye geldiğinde stajyerin tam karşısındaki masaya, onu rahatlıkla görebileceği bir yere oturdu. Kıza baktı. Ne kadar da masum ve bakmaya doyulmayan bir güzelliği var diye düşündü.
O gün yemekte tavuk pilav ve salata vardı.
Kız karşısına oturan rüyalarının erkeğini görünce, en zarif halleriyle salatasıdan bir çatal aldı. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. O soğuk yemekhane, onlar için romantik bir müzik eşliğinde çok şık bir restoranda yenen bir yemek kıvamındaydı. Ta ki salata içindeki acı sivri biberi zavallı stajyer ısırıncaya kadar.
Kız ne zaman acı biber yese onu hıçkırık tutardı.
Tam romantik bir bakışma arasında o zarif kızdan kocaman bir "hıcckkk" sesi çıktı.
Sonra mı?
Müzik durdu.
Restoran yemekhaneye döndü.
Prenses kurbağaya, prens de ormanına döndü.
Bu hikayeden çıkan sonuç: Salata yaparken yada yerken dil ucuyla biber kontrol edilip ondan sonra salataya doğranmalı :)
Romantizminiz bol olsun dostlar...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

31 Ekim 2012 Çarşamba

Biraz Benden - 2

Bu yazımda dedemden ve ismini aldığım anneannemden bahsetmek istiyorum, onların birbirlerine olan o büyük sevgisinden.
Dedem ve anneannem, çocuklarını büyüttükleri, yeni nesillerin dünyaya gelip onların da yeni nesillerini dünyaya getirdiği büyük bir bahçe ve bu bahçe içinde huzurlu, sürekli büyüyen, birbirine bağlı bir aile bıraktılar ve bu dünyadan gittiler.
Ben yazımda, giderlerken bile ailelerine bıraktıkları mesajdan bahsetmek istiyorum.
Soğuk bir kış günü, İstanbul'dan haber gelir bu küçük Karadeniz şehrindeki bahçeye. Ailenin büyük oğlunun, eşiyle arasında problem vardır. Dedem aralarındaki problemi düzeltmelerinde aracı olmak üzere bir otobüs bileti alır. Gidiş zamanına az bir zaman kala anneannem "sen dur" der, "gitme şimdi, bu soğuklarda sen kendine dikkat edemez, üşütürsün. Ben giderim."


Anneannem alır bileti, düşer yollara.
Otobüse biner. Sanırım yol boyunca bu olayı nasıl düzelteceği, bahçede bıraktığı kıymetlileri üşüyorlar mı, toklar mı gibi birçok düşünce geçmiştir kafasından.
Yol kaygan olduğu için otobüs Tuzla köprüsünden aşağıya uçar.
O zamanlar cep telefonları, TV falan yok tabii. Annemler konu-komşudan duyarlar böyle bir kaza olduğunu. 17 kişinin öldüğü ve çalışmaların devam ettiği söyleniyordur.
Çaresizlik ne acı bir zincirdir. Bağlar insanın elini ayağını.
Hemen dayımlar ve teyzemler koşar giderler olay yerine.
Anneannemi kurtarmaya çalışan askeri bulurlar.
Anneannem hemen ölmemiş, su istemiş, belki de bahçeden sesler duymak istemiş o anda. Son bir ses.
Sesler ona ulaşamadan, son nefesini vermiş.

Acı, bahçeye çöreklenmiş ve oturmuş. Artık o bahçede hiçbir şeyin aynı olmayacağının haberiymiş bu.
Olmamış da.
Dedem her gün evdekilere, "kahveye gidiyorum" diyerek evden çıkıyormuş.
Sonra anlamışlar ki hergün sevgilisinin, aşkının yanına mezara gidiyor ve onunla konuşuyormuş.
Anneannemin ölümünün 62.günü dedemi sevdiğinin mezarı başında, ölü bulmuşlar.
Buluşmuşlar.
Onlar gittikten sonra doğan ilk erkek torun dedemin ismini, ilk kız torun olan ben de ananemin ismini almışız.

Şimdi beni görebiliyorsanız canım dedem ve anneannem, size karşı başım önde. Dik tutamıyorum.
Çünkü artık bahçede kavgalar var, huzur yok.
Elimden gelen birşey de yok.
Zaman zaman rüyalarımda, hiç görmediğim anneannem olup o bahçede uçuyorum. Huzur dolu, aile dolu günleri yaşıyorum.
Ama elimden birşey gelmiyor.
Bahçede çiçekler kurudu. Aile kalmadı.
Parsellendi, sınırlar çizildi. Çizilen bu sınırlar, toprakla birlikte aileyi de böldü. Tanımadım sizi ama, keşke burada olup, bu sınırları çekip, söküp, bir ayrıkotu gibi işe yaramaz otların arasına atsanız. Atsanız da tekrar bahçe olabilsek.
Giderken bile bıraktığınız mesajınızı bahçe sakinlerine anlatabilsem.
Ne güzel olurdu.
Sizi seviyorum.
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

29 Ekim 2012 Pazartesi

Ben Ata'ma Söz Verdim!

Atatürk, Cumhuriyet'in kuruluşunun 10.yılının kutlandığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği Söylev'de bu bayramı en büyük bayramımız olarak duyurmuştu.
Biz de Bayram tatili sebebiyle ailemizin yaşadığı küçük bir şehirdeydik. Akşam 29 Ekim'in, yani en büyük bayramımızın kutlamaları ve fener alayı vardı. Annem, orada olup Cumhuriyetimize ve Ata'mıza vefa borcumuzu haykırarak, gururumuzu ve heyecanımızı seslendirmemiz gerektiğini söyledi. Dalgalandıracağımız bayraklarımızı da temin ederek bizi ve tüm aileyi topladı ve fener alayına gittik.




Annem 65 yaşında ve Ata'sı için, bayramı için haykırırken gözünden yaşlar geliyordu. Ben 41 yaşındayım. Yıllarca okullarda bu bayramlarımızı belli rutinlerle hep kutladık. Bu, o kadar normal bir olaydı ki. Çünkü biz Türk gençleriydik ve Ata'mızın bize hediyesi olan Cumhuriyet Bayramımızı kutluyorduk. Bundan doğal ne olabilirdi ki. Evet gurur duyardık, heyecanlanırdık, yeni ütülenmiş önlüklerimiz, kolalanmış yaka ve manşetlerimizle kutlamalara katılırdık. Her yıl bayram gelmeden uzun süre önceleri hazırlıkları ve heyecanları başlardı.




Bugünlerde bakıyorum da, hazırlıklardan önce bu yıl kutlamalar var mı yok mu soruları başlıyor. Burası işte kanımın donduğu, boğazımda birşeylerin düğümlendiği anlar oluyor.
Pardon ama hiç kimse kusura kalmasın.
Kutlayacağım tabi ki en büyük bayramımı.
Ata'ma sözüm var.
Yıllarca her sabah İstiklal marşı'nın peşinden Ata'ma içtiğim andım var.
Her sabah bu sözü vererek girdim ben sınıfıma.
Kimse kusura kalmasın kardeşim.
Sözümü tutacağım.
Ata'mdan bunu öğrendim ben.
Değerlerime sahip çıkmayı, korumayı, kollamayı öğrendim.
Ve her sabah içtiğim andın sonunda da şöyle haykırdım:
"Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne Mutlu Türk'üm Diyene!"
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

27 Ekim 2012 Cumartesi

Mim Cevaplarım

Arkadaşlarım beni mimlemişler. Öncelikle kendilerine teşekkür ediyorum ve başlıyorum cavaplamaya...
Öncelikle, her yazısını büyük bir keyifle okuduğum, güzel yürekli blog yazarı canım arkadaşım Sevil'in Denizi tarafından gelen soruya:
Mutfağındaki 3 kırıntı nedir?
Benim için olmazsa olmazlar; mutfak duvarlarımı süsleyen resimler, bitki çayları hazırlamak için kullandığım demlik, tabi ki her daim taze olan çayım için porselen çaydanlığım :)
Bu arada bu kırıntılarımın resimlerini paylaşamadım, çünkü bu yazıyı yazarken evimden kilometrelerce uzaktayım :)
Başka bir zaman paylaşmak üzere...

Diğer bir mim de sevgili Cafe Kadın tarafından gönderilmiş. Büyük bir keyifle bunları da cevaplayayım efendim :)
1- Çantamdaki 5 şey
Cüzdanım
Bitki çayım
Rujum
Telefonum
El kremim
2- Odamdaki favori 5 şey
Uzun oturmayı sevdiğim için rahat bir koltuk
TV
Kitaplık


Diğerleri olsa da olur olmasa da :)
3- Bu ay planladığım 5 şey
Aile ziyareti için şehir dışına çıkmak
Kışlıkları çıkartmak
Aynı üniversitede okuduğumuz arkadaşlarımız ile 20 yıl sonra tekrar biraraya gelmek
Brezilya fönü yaptırmak
Bütün kız arkadaşlarımı toplayıp çay ve simit partisi yapmak
4- Almak istediğim 5 şey
Satın almak istediğim özel bir şey yok
Almak istediğim bazı kararlar var onları alacağım. Önce kararı alalım ki sonra hareket başlasın, değil mi? :)
Arkadaşlarıma tekrar çok teşekkür ediyor ve ben de bu mimleri cevaplamak isteyen tüm arkadaşlarıma paslıyorum.
Sevgilerimle...




- Posted using BlogPress from my iPad

19 Ekim 2012 Cuma

Fotoğraf Albümlerimden, Singapur

Singapur'a gitmeden önce ne yalan söyleyeyim, biraz önyargılıydım. Sanırım daha önce Bangkok serüvenimden aklımda kalan bir araba dolusu haşere atıştırmalıkları bu önyargıya sebep oldu.
Daha Singapur havaalanına indiğimiz an kendimi alt çenem yere yakınlaşmış bir şekilde hayretler içinde buldum. Havaalanına botanik bahçesi yapmışlar ve burayı da steril bir laboratuvar kadar temiz tutmuşlar. Sanki ömrümün sonuna kadar bu havaalanında yaşayabilirdim.
Şimdi gidip en yakınınızdaki bir kız çocuğunun peri masalları olan kitabını alın ve sayfalarını çevirin. Orada gördüğünüz resimlere iyice bir bakın. İşte Singapur böyle bir peri masalı ülkesi gibi.
Universal stüdyolarını gezdik.


Singapur geceleri...


Hayvanlarla epeyce yakınlaştık. İlk kez bir yılana dokundum. Onlar için çok üzüldük.


Otelimizin 61. katından, Adosh'un objektifinden Singapur.


Singapur'a gittiğinizde yemek ile ilgili sıkıntınız olmaz. Her çeşit yiyecek var.
Sokaklarda gezerken en çok, insanların sürekli gülüyor olması dikkatimi çekti. Herkes gülüyor, birbirine gülümsüyor.
Çünkü sokaklarda ülkemizdeki kahvehaneler sıklığında masaj salonları var. Adam alışverişten dönerken hemen oracıktaki küçücük bir salona giriyor, kısacık bir masaj yaptırıyor, poşetlerini alıp evine gidiyor. Ee, karısı da iş çıkışı masajını yaptırıp gelmiş. Şimdi bu evde bırakın aile içi şiddeti, aile dışı şiddet bile imkansız. Herkes mutlu, zengin, relax. Bizler için çok sıkıcı tabiki. Bu ülkede hiç adrenalin yok :)
Bir günümüzü Sentosa adasını gezmeye ayırdık. Şimdi bir anımı anlatmalıyım efendim.
Singapur'dan adaya gitmek için trene benzer bir araca bindik. Adanın ilk durağına geldiğimizde dışarıda bir Singapur'lu bize doğru sanki yıllardır görmediği bir arkadaşını karşılamaya gelmiş gibi el sallıyor. Tabi ben de el salladım. Neler olup bittiğini anlamaya ve yorumlamaya çalışırken ikinci durağa geldik ve az önceki Singapur'lu arkadaşım ile aynı kıyafetleri giymiş olan başka bir Singapur'lu yine bize el sallıyor, gülüyor ve bunu müthiş bir heyecanla yapıyor. Anladık ki bu, adaya hoş geldiniz karşılamasıymış. Bu görevli kişiler gelen turist trenlerini böyle karşılayarak Singapur misavirperverliğini gösteriyorlarmış.
Şimdi burada bana asıl ilginç gelen şuydu sevgili dostlar; bu işi yapan kişiler bir görev yapıyormuş gibi değil de gerçekten sevdiklerini karşılar gibi içtenlerdi.
Kısacası Singapur'da mutluluğun resmini çizmişler.
Tekrar Singapur'a gidecek olsam yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Biraz adrenalin yaşasınlar diye birkaç orjinal Recep İvedik karakteri,
2- Sentosa adasına gittiğimizde, karşılama ekibine mahcup olmamak için Bursa Kılıç-Kalkan ekibini,
3- Biraz rahatlamaları için sinirleri iyice gerilmiş siyasetçilerimizi.
Sevgilerimle...
Heyyfi...



- Posted using BlogPress from my iPad

17 Ekim 2012 Çarşamba

GÜL VE BÜLBÜL

Annem zaman zaman hikayeler anlatırdı. Hâlâ bu hikayelerin dilden dile dolaşan bir rivayet mi, yoksa annemin hayal dünyasının bir ürünü mü olduğunu bilmiyorum. Ama ondan bu hikayeleri dinlediğimde de, başkalarına anlatırken de çok keyif alıyorum.
Birgün bahçemizde gezerken, annem güllerin yanına geldiğimizde ve hiç de beklemediğim bir anda bana "sen gül ve bülbülün aşkı nasıl başlamış biliyormusun?" diye sordu.
Hayır dedim. Ve anlatmaya başladı.
Bir gün tüm çiçekler arasında bir haber duyulmuş. Bülbül gelip çiçekler arasından kendisine en beğendiği çiçeği seçecekmiş. Çiçekler için tek sıkıntı bülbülün geleceği saati bilmiyor olmakmış. Bütün çiçekler en güzel hallerini alarak açmışlar ve tazecik görünmek için tüm güçlerini kullanmaya başlamışlar. Bülbül geldiğinde en taze, en muhteşem görüntüyü vermek istiyormuş hepsi. Gün bitmiş, geceye dönmüş ama ne gelen var, ne giden. Artık tüm çiçeklerin uykusu gelmiş ve yorgun düşmüşler. Solmaya başlamışlar. Uykuya artık dayanamıyor, yine de var güçleriyle uyanık kalmaya çalışıyorlarmış. Malum, bülbül her an gelebilir...
Gül, bu durumu hiç umursamamış, uykusu gelince de "beni olduğum halimle severse ne ala, aksi halde umurumda bile olmaz" demiş ve derin bir uykuya dalmış. Diğer çiçekler sabaha kadar dayanmış, beklemiş ve hâlâ güzel ve canlı görünmek için uğraşıp durmuşlar. Maalesef sabaha karşı hepsi solgun ve perişan bir haldeyken gül uyanmış. Işıltılı, dinlenmiş, tazecik ve mis kokulu.
Veeee bülbül şakıyarak görünmüş bahçede. Çiçekleri şöyle bir selamlamış ve o arada gözü tazecik açmış güle ilişmiş. O muhteşem güzellik karşısında hemen oracıkta güle sonsuz bir aşk ile bağlanmış.


İşte gül ve bülbül aşkı hikayesi annemin gözünden böyleydi. Bana vermek istediği mesaj neydi bilmiyorum ama ben şunları aldım.
Her şart altında doğru bildiğinden şaşma.
Başkaları için yaşama.
Doğru zamanda doğru yerde ol...
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

13 Ekim 2012 Cumartesi

İzmir Zenginliği...

Biliyorum uzun süredir ne birşeyler yazabildim, ne de yazılanlara yorum yapabildim. Çünkü 10 günlük İzmir seyahatimiz başladı ve devam ediyor.
İzmir'de geniş bir ailem var. Bu ailenin bir kısmı yakın akrabalar bir kısmı da yakın arkadaşlar.


Burada iki ablam ve eniştem yaşıyor. Kalpleri o kadar sıcak ki onların yakınlarında olmak bile size huzur veriyor. Ankara'dan bizimle gelen diğer ablamız da bize katılınca "kardeşler zirvesi" yaşandı.


Çok özel dostlar ziyaret edildi.


Biz İzmir'e henüz gelmeden sabah kahvaltıları, öğlen ve akşam yemekleri, kahve saatleri organize edilmişti. Gittiğimizde herkes kendi gününü söylüyor ve biz bu organizasyona büyük bir keyifle katılıyorduk. Bu ne büyük bir zenginlik diye düşünmeden edemiyorsunuz. Dost zenginliği kadar eşsiz bir zenginlik varmıdır ki?


Balıklar yendi, sohbetler edildi, ne çok özlenildiğinden, birbirimizin varlığından dolayı ne şanslı olduğumuzdan konuşuldu.
Blog arkadaşlığı ile başlayıp sonra İzmir'de tanıştığım arkadaşlarım vardı.
Canım ayucuğum ile kahve içtik, iki lafın belini kırdık ve çok keyifli anılar biriktirdik.
Ayucuğum ile yazarak, telefonla iletişim kuruyorduk zaten. Fakat ilk kez biraraya gelip kahve içtik. Yaşamaya değecek bir gündü. Önce kırk yıllık dostlar gibi benim almam gereken bazı şeyleri almak üzere alışverişe giriştik. Ne keyifliydi. Zaten biz biribirmizi yıllardır tanıyor gibiydik. Bazen iki insanın birbirini tanıması için uzun yıllar geçirmesi gerekmiyor.
Bizim bir de burç kardeşliğimiz var tabi :)
Kendini beğenmişlik yapmak istemem ama biz terazi burcuyuz :))
Arkadaşım bana ve Adosh'a çok güzel kupalar almış. Bayıldımmm.
Bizim evde en çok kullanılan şeydir bunlar. Çünkü biz evimizde sürekli protein shakeleri ve bitki çayı içeriz. Ancak bizi çok iyi tanıyan biri böyle bir hediye alabilirdi. Canım dostum, o kadar zarifsin ki...
Oradan çıkıp sevgili Mazes'in yanında aldım soluğu. Ablam ile birlikte gittik. Mazes, dünyalar tatlısı, olduğu gibi, doğal, hemen güven duyabileceğiniz çok tatlı biri. Birbirimizi görür görmez sarıldık. Sanki uzun yılların hasretini giderir gibi. Konuştuk, konuştuk, konuştuk. Zaman nasıl hızla geçmiş anlamadık bile.
Seni çok sevdim Mazes'im. Hayat hikayen bana ilham verdi. Çok güçlü bir kadınsın. Bence herkes seni tanımalı ve hikayenden ilham almalı...
İşte böyle geçiyor İzmir seyahatimiz. Pazar günü de Karadeniz turundan tanıştığımız arkadaşlarımız ile birlikte olacağız.
Bu seyahat boyunca yazılara yorum yazamasam da kalbim sizlerle sevgili dostlarım, açığımızı Ankara'ya dönünce kapatırız artık.
Böylesine zenginlik dolu geçen bu İzmir seyahati, "şükredilecekler" listeme birçok şey daha eklememe neden oldu.


Çok mutluyum ve kendimi çok şanslı hissediyorum.
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

Location:Güzelyalı, İzmir, Türkiye

7 Ekim 2012 Pazar

Canım Dostum Bugün Doğmuş...


Bugün 7 Ekim. Benim için bu tarihin sarı sonbaharın ilk günleri olması dışında bir anlamı yoktu.
Ama artık 7 Ekim benim için çok anlamlı. Çünkü ayucuğumun bugün doğum günü. Çok yeni tanımama rağmen gerek yazdıklarından gerek telefon konuşmalarımızdan öğrendiğim birşey var ki, o da ayucuğumun arkadaşı olmak çok büyük bir ayrıcalık. Seni çok seviyorum ayucuğum.
Doğum günün kutlu olsun.
Bazen bazı insanları yıllarca tanırsın da, bir arpa boyu yol alamazsın; bazen de çok az tanımana rağmen o kişinin hep hayatında olmasını istersin.
Ayucuğum sen hep benim hayatımda ol.
İyiki doğdun depresiflerin en tatlısı...
İyiki doğdun arkadaşım.
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

30 Eylül 2012 Pazar

İstanbul Deyince...

Biliyorsunuz 1 haftadır İstanbul'da kardeşimin yanındaydık.
İstanbul'a sık gelip gitmemize rağmen bizi hâlâ biraz yabancılar İstanbul.
Benim için sanki herşeyin ve tabi şehirlerin de bir karakteri vardır.
İstanbul, içinde çılgın bir ruh taşıyan ama bir türlü bunu dışa vuramayan, fırsatını bulduğunda da akla zarar çılgınlıkta bir hayat yaşayan, bazen herkesin kasım kasım kasıldığı bir davetten, kasıntılığı tavan yapmış bir şekilde evine dönen, eve döner dönmez de Recep İvedik tiplemesine bürünen bir "salon erkeği" gibi.
Bazen yeni yetme bir aşık, bazen de terli terli soğuk su içmiş bir yaramaz...
Ben bu İstanbul seyahatimde önce nazlı nazlı ortalarda dolanan, işveli-cilveli bir İstanbul'u ziyaret ettim.
Yani Kanlıca'ya uzandık.
Aman aman İstanbul'da bir işve, bir cilve.
Herkesin onu hayran hayran seyrettiğinin farkında; bir naz, bir niyaz...
Yüzü açık ve parlak ve mutlu ve dinlenmiş ve görkemli.
Eşlik etti bize tüm zarifliğiyle.


Güzel bir kahvaltı, biraz sahil yürüyüşü, sonra kahveler ve tabi ki iki lafın kırılan beli.


Bir keyif, bir keyif...
Ertesi gün Kadıköy'deydik.


Pek severiz Kadıköy Çarşı'da dolaşıp, kahve içip, yemek yemeleri.
Kadıköy'de olduğumuz sırada İstanbul heyecanlı bir çocuktu.


Sanki çok sevdiği, hayran olduğu aile dostları ailesini ve onu görmek için ziyarete gelmişti.
Nasıl mutluydu bu ziyaretimizden...
Sonra İstanbul uyudu, biz de onun yanına kıvrılıverdik.
Ziyaretler ziyaretler derken, dönüş günü geldi ve İstanbul kaprisli bir kadın oluverdi.
Belli ki, aslında bu kapris üzüntüsündendi.
İstemedi gitmemizi.
Anlattık ona, dedik "Ankara kendini yalnız hissetmesin, biz geliriz yine sana...".
"Zaten bensiz çok zor" bakışı attı, gözünü şöyle bir süzdü, "siz bilirsiniz" der gibi bir de burun kıvırdı, uğurladı bizi.
Şimdi Ankara'a doğru yoldayız.
İstanbul mu?
O bizi çoktan unutmuş, başkaları ile yeni aşklar yaşamaya başlamıştır bile...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

26 Eylül 2012 Çarşamba

İstanbul Kanatlarımın Altında

Bugün İstanbul'dayız. Hafta sonuna kadar burada olacağız.
Öncelikle bizim için çok önemli olan günümüzü bizimle birlikte hissederek geçirdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Her bir yorumun sıcacık kalplerden geldiği nasıl da belliydi.
Birkaç gün İstanbul'u gezip tozup, eş dost ziyaret edip Ankara'ya döneceğiz.
Bu yazımı yayınladıktan sonra Kanlıca'ya doğru bir uzanacağız.
Fotoğrafları Adosh'un bloğunda görürsünüz artık...
Şair'e sormuşlar Ankara'nın nesini seversin diye, cevap vermiş;
"İstanbul'a dönüşünü"...
Bana sorarsanız İstanbul'un nesini seviyorsun diye,
"Gezip tozup, İstanbul'u doya doya sevip okşayıp Ankara'ya dönüşünü" derim...
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

23 Eylül 2012 Pazar

25 Eylül, Biraz Benden...


Bugün benim doğumgünüm.
Bugün benim evlilik yıldönümüm.
Ben 1.7 kilo doğmuşum. Beni annem pamukları ısıtır, sarar ve öyle kundaklarmış. O zaman anlaşılamamış kalbimin dünyaya küs geldiği.
Doğuştan delik olan kalbim yıllar sonra sinyalini verdi ve ameliyat oldum. Sonra, evde geçirmem gereken 3 aylık istirahat dönemimde, hayatımın yönünü tamamen değiştirme kararı aldım. Bu karardan bir süre sonra, şimdi kendisi için " hem hocam, hem kocam" dediğim kişi ile hayatımı birleştirdim ve bugün 10. yılımızı kutluyoruz.




Bundan 14-15 yıl önce dünyada kimseye güvenilmeyeceğine inanırdım. En başta da kendime güvenmeyi bırakmıştım.
Hayatın çok zor olduğunu, her talihsiz olayın sanki benim başıma gelmek için sırada beklediğini düşünürdüm.
Sabahlara kadar ağlar, bütün bu yaşadıklarımın neden benim başıma geldiğini sorardım.
Sabahları şişmiş gözlerle uyanır, bugün beni neler bekliyor diye düşünürdüm.
Nedenlerini belki birgün, hazır hissettiğimde yazarım.
Çevremde artık hemen hemen kimseyi bırakmamış, tüm arkadaşlarım ile iletişimi kesmiştim.
O dönemlerde bir arkadaşım (artık kocam) beni kitap okumaya yönlendirdi.
Önce gönülsüz olarak kitap okumaya başladım, sonraları kitaplar yeni dünyam olmaya başladı. Zamanla eşimden çok şey öğrenmeye ve hayata başka bir yönden bakmaya başladım.
Hayatın renkleri değişmeye başlamıştı.
Siyah ve beyazın arasından başka renkler belirmeye başladı.
Güzeldi.
Hoşuma gitti.
Bu yeni dünya keşfetmeye değerdi.
Artık sürekli okuyordum.
Bulduğum bütün başarı hikayelerini okuyor, eğer onlar başarabildiyse, bende başarabilirim diyordum.
Birgün kendi başarı hikayemi oluşturmaya ve bunun için de hayatımdan mazeretleri çıkartmaya karar verdim.
O zamanlarda yirmili yaşlarımdaydım.
Bugün 41 yaşıma giriyorum.
Hayat bize en önemli tecrübelerimizi iyi günlerimizde değil, zor günlerimizde öğretiyor.
Bugün, bu iki önemli günde şükredecek ne çok şeyim olduğunu düşünüyor ve gülümsüyorum.
Hayat hiç beklemediğimiz bir anda önümüze kocaman bir hediye paketi atıveriyor. Bize sadece açmak kalıyor.
Kendime acımayı bırakıp, hayatımda neler olduğunu farketmeye başladığımda ki bunda okuduğum kitapların etkisi çoktur, herşey çok değişti.
Beni ben yapan kişi ile bugün 10. yılımızı kutluyoruz.
O benim hem hocam, hem kocam.
41. yaşımı aynı zamanda 10. cu yılımızı kutladığımız bugün benim için çok özel. Bana inandığın ve benden ümidini kesmediğin için sana minnettarım.
Kalbim artık dünyayla barıştı.
Kişiliğimde barındırdığım her rengi artık kabul ediyorum.
Hayatı artık tüm renkleriyle yaşamayı seviyorum.
En önemlisi artık kendimi seviyorum.
Beni, içine kendi kendime girdiğim kafesten çıkaran ve hayatla barıştıran biricik aşkım,
Seni seviyorum...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

21 Eylül 2012 Cuma

Zamanın Di'li Geçmedi

Bugün, planladığımın dışında bir yazı yazmaya karar verdim.
Son yazımı hatırlayanlar bilir, geçmişten hatırladıklarımızdan, hatırlayınca gülümsediğimiz şeylerden bahsediyorduk.
Bu yazımda bunlara bazı eklemelerim olacak.




O dönemlerde de kalbimiz Atatürk denince farklı çarpar, yüreğimiz titrer, gurur ve onur duyardık. Törenlerde Türk Bayrağını kim taşıyacak yarışına girerdik. Bayramlarımızı heyecanla bekler, Türk Ordusunun kahramanlıklarını öğrenirdik.
Ve ilk olarak da Ata'nın gençliğe hitabını ezberledik.
Di'li gemiş zaman kullandığıma bakmayın. Şu dönemlerde aynı duyguları binlerce kat fazla yaşıyorum.
Yüreğim daha bir gür titriyor, damarlarımda akan asil kan daha bir güçlü coşuyor.
Ey Büyük Ata,
Varlığımızın en kutsal temeli olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetinin sonsuz bekçisiyiz. Bu karar, değişmez irademizin ilk ve son anlatımıdır. Gelecekte, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan döndüremeyecektir. Bizler, bütün hızımızı senden, ulusal tarihimizden ve ruhumuzdaki sönmez inanç ateşinden alıyoruz. Senin kurduğun güçlü temeller üzerinde attığımız her adım sağlam, yaptığımız her atılım bilinçlidir. En kıymetli emanetimiz olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti, varlığımızın esası olarak, eğilmez başların, bükülmez kolların, yenilmez Türk evlatlarının elinde sonsuza dek yaşayacak ve nesillerden nesillere devredilecektir. İstiklâl ve Cumhuriyetimize kastedecek düşmanlar, en modern silahlarla donanmış olarak, en kuvvetli ordularla üzerimize saldırsalar dahi, ulusal birliğimizi ve yenilmez Türk gücünün zerresini bile sarsamayacaktır. Çünkü, bu aziz vatanın toprakları üzerinde yetişen azimli ve inançlı Türk gençliği, dökülen temiz kanların ve Cumhuriyet devrimlerimizin aydın ürünleridir. Vatanın ve milletin selameti için her zorluğa iman dolu göğsümüzü germek, gerçek amacımızı olacaktır.
Ey Türk'ün büyük Ata'sı !
İstiklâl ve Cumhuriyetimizi korumak gerektiği zaman, içinde bulunacağımız durumlar ve şartlar ne olursa olsun, kudret ve cesaretimizi damarlarımızdaki asil kandan alarak, bütün engelleri aşıp her güçlüğü yenmek azmindeyiz.
Türk gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyetin ve devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.
Ne mutlu Türk'üm diyene!
- Posted using BlogPress from my iPad

20 Eylül 2012 Perşembe

Bir Zamanlar...

Sepet sepet yumurta
Sakın beni unutma,
Unutursan küserim,
Gözlerinden öperim.

S eviyorum ama kimi
E n tatlı birisini,
N asıl anlatsam bilmem,
İ lk harflerinden belli.

"Bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için..." diye başlayan hatıra yazıları...


Erol Evgin, Tarık Akan... gibi sanatçılara duyulan derin aşk dönemlerini hatırlayanlar, belli ki aynı kuşak çocuklarıyız :) Bu dönemleri hatırlayıp yüzünüzde bir tebessüm olduysa, haydi bu hatıraların sizde yaşattığı ilk duyguyu paylaşın :)
Sevgilerimle...

Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

18 Eylül 2012 Salı

O Artık Blogger...

Bugün size benim hayatımı değiştiren kişilerden birini tanıştırmak istiyorum.




Bu kişi benim için Tanrı'nın bir hediyesi.
Ondan çok şey öğrendim.
Hayatı, mücadeleyi, inandığın doğruların arkasından korkusuzca gitmeyi, bir insanın isterse neleri başarabileceğini ve daha birçok şeyi...
Bir gün bana şunu sordu: "Bir insanla bir kavak ağacı arasındaki fark nedir?"
Havadan sudan gereksiz konuşan biri değildir. Sohbetlerimiz bazen hayata attığımız köklerden başlar galaksideki yerimize kadar uzanır :)
Bazen benim küçük gri hücrelerimi o kadar zorlar ki, kendimi çok yorgun hissederim ve gözlerim şaşı olur.
Neyse, sorusuna verdiğim cevaba gelelim.
Kavak ağaçları şöyledir dedim, insanlar böyledir dedim falan ama yok, tabi sonuç olumsuz.
Sonra o kendi gözlemini açıkladı.
Kavak ağaçları ile biz insanlar arasındaki fark 'irade' dedi.
Bir kavak ağacı, "artık yeter benim bu kadar uzadığım" demez. Çünkü iradesi yoktur, genlerinden gelen özelliği sonuna kadar kullanır ve uzayabileceği son noktaya kadar uzar.
Biz insanlarda da o kadar çok büyük bir "olma" potansiyeli var ki, ama biz bunları kullanamıyoruz. Neden? Çünkü biz insanların iradesi var. Korkuları var. Genlerimizde olan, içimizde var olan gücü tam olarak kullanmamızın önüne geçen önyargılarımız var.
İşte böyle biri. Bu kişi aynı zamanda müthiş fotoğraflar çekiyor. Hayata baktığı yönü objektifi ile ifade ediyor.
Artık bir bloğu var, Sırt Çantamdan
Sizi kendisinden çok şey öğrendiğim, içindeki potansiyeli bir kavak ağacı mantığı ile kullanan bu özel insanla tanıştırdığım için çok heyecanlıyım.
Sevgilerimle...
Heyyfi...
Posted using BlogPress from my iPad

17 Eylül 2012 Pazartesi

Fotoğraf Albümlerimden, Paris

Paris'e birkaç kez gitmişliğim var ve bu gidişlerimden elde ettiğim ilk tecrübe şudur ki, eğer sevdiğinizle gidiyor ve romantizm bekliyorsanız aman ha öyle 40 kişilik bir arkadaş grubu ile gitmeyiniz.
Hemen sebepleri ile açıklayayım;
Eiffel Kulesine çıkıyorsunuz, tüm Paris bütün romantizmi ve görsel efektleri ile karşınızda, siz tam sevgili ile sarılıp seyre dalacaksınız ki gruptan bir arkadaşınız sesleniyor: "Aaaaaa şunu gördün mü?", "Bak bak, şurası bilmem neresiymiş!.."
Romantizm nerede?
Az önce çıktılar kendileri...
Paris'te en çok keyif aldığım şey, cadde kenarındaki kafelerde, küçücük masa ve sandalyelerde oturup sandviç yemek ve çay içmek.
Burada oturup şık şık gezen Fransız hanımlar ve beyleri gözlemlemek çok keyifli oluyor.
Ve tabi ki mutlaka krep yemelisiniz. İçine de çikolata ilave ettirdiniz mi tamamdır, böylece Paris daha da bir anlam kazanıyor :)
Bazı şeyler vardır ki, gittiğiniz yerlerde bunları yapmazsanız ve döndüğünüzde şunu yaptın mı diye sorduklarında "hayır" cevabı verirseniz, yüz kızartıcı suç işlemişsiniz gibi bakılmasını da göze alıyorsunuz demektir.
Sacre Coeur Bazilikası bunlardan biri. Hele ki oraya gidip de önündeki merdivenlerde fotoğraf çektirmeden dönerseniz, hayatta bazı riskleri göze alabilecek kadar cesursunuz demektir. (Bu arada fotoğrafta romantik(!) Paris gezisi grubumuzu görebilirsiniz).


Bu arada tabi ki Eiffel'li anahtarlıklar, cüzdanlar, tişörtler mutlaka alınacak ki; memlekete döndükten sonra bunları kullanıp Paris'te olduğumuzu dosta düşmana duyuracağız.
Arkadaşlarımdan biri oradan çok güzel bir bluz aldı ve döndüğümüzde aynısını sosyete Pazarı'nda gördük :)
Ve bu olaydan da şöyle bir sonuca ulaştık: 'Parisliler çok sosyetikler.'


Bu resim bir akşam eğlencesinden.
Evet, tabi ki mavili olan benim. Sanki grubun solisti gibi görünüyorum değil mi?


Veee Paris gecelerine akmaya devam. Muhteşem bir revüydü.
Paris'e gittiğinizde gezip görebileceğiniz çok yer var.
İkinci gidişimde Disneyland'e de gittik. Çocuklar gibi şendik. Masal kitabına girip, kitabın kahramanı oluyorsunuz sanki. Tabi bu arada adrenalinin tavan yaptığı anlarda sizin farketmeyeceğiniz şekilde, korkudan verebileceğiniz en berbat pozu verdiğiniz bir anda resminizi çekiveriyorlar. Bu resimlerde genellikle korkudan 5 karış açılmış gözleriniz ve ağzınız çıkıyor. Yani öyle çok fotojenik bir sonuç beklemeyiniz.
Ama tabii ne kadar iğrenç çıksanızda bu fotoyu da alıyorsunuz.
Neden?
Çünkü memlekete dönünce, ben Disneyland'e gittim ve orada da çok korktum, üstüne de tonla para verdim diyebilmek için :)
Neyse artık bitirelim.
Tekrar Paris'e gidecek olursam yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Yine de 40 kişilik grubum,
2- Revü kızları için birer nazar boncuğu,
3- " Bende var, gerek yok almaya" diyebilmek için önceden bana sattıkları korku filmi karakteri görünümlü fotoğraflarım.
Bir sonraki durağımız Singapur olacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

14 Eylül 2012 Cuma

Çizgi film karakteri olmak...

Bazen bir çizgi film karakteri olmak istiyorum. Hani üstüne kocaman kayalar düştüğü halde tekrar ayağa kalkan, yüksek uçurumlardan düşüp düşüp yine hayata dönüp kaldığı yerden devam eden, üstünde bombalar patlayıp patlayıp yine de canı hiç acımayan...
Ama değilim.
Etten kemiktenim.
Bazen ayağa zor kalkıp, hayata kaldığı yerden zor devam eden ve canı acıyan bir ölümlüyüm nihayetinde.
Bana insan diyorlar.
İnsanlar da çizgi film kahramanı olamıyor maalesef.
Neyse ben en iyisi yine kaldığım yerden devam edip, filmin sonunu merak edeyim.
Sevgilerimle...
Heyyfi...




- Posted using BlogPress from my iPad

13 Eylül 2012 Perşembe

Komşumdan mim geldi.

Ben çok kısa süredir blog yazıyorum.
Bir süredir bakıyorum, birileri birilerini mimliyor, cevaplar yazılıyor, sorular soruluyor.
Nedir bu mim derken, Deniz'in Yıldızı beni mimlemiş.
Blog hayatımın bu ilk "mim" deneyimi için Deniz'e kocaman teşekkürler.
Şimdi gelsin cevaplar.

1- Favori rengin?
En sevdiğim ve kendime en çok yakıştırdığım renkler siyah ve beyaz. Eskiden hayata da böyle bakardım, yani iki uçta. Yaş ilerledikçe aradaki renkleri de görüyorsunuz, seviyorsunuz :)


Bu arada yeşil de tercihlerim arasındadır.

2- Favori hayvan?
Atlar.
Atları çok severim.
Onları sessizce uzaktan izlediğimizde hayata dair birçok ipuçları alabiliriz.


Bu arada henüz ata binmedim :)

3- Favori sayın?
Belli bir favori sayım yok.
Ama cevap vermem gerekirse, 20.000 :)


Bu arada, bu rakamı öylesine yazmadım. Bana hedefimi hatırlatan bir sayı olduğu için yazdım :)

4- Favori içecek?
Tabi ki taze demlenmiş bir çay ve yıllardır kullandığım bitki çayım. Soğuk içeceklerle aram pek iyi değildir.


5- Facebook mu, Twitter mı?
Facebook.


Twitter kullanmıyorum.

6- Tutkunuz?
Dünyayı gezmek ve film izlemek.
Yeni yerler keşfetmeyi çok ama çok seviyorum.
Hergün mutlaka en az bir film izlerim.
Defalarca izleyip hâlâ tekrar izleyebileceğim filmler vardır.
Örnek: Click


7- Hediye almak mı? Hediye vermek mi?
En çok hediye almayı severim.


Ama iyi tanıdığım ve zevkini iyi bildiğim kişilere hediye vermek beni çok heyecanlandırır. Mecbur olduğum için birine hediye seçme çalışmalarından da nefret ederim.

8- Favori gün?
25 Eylül.


Doğumgünüm, evlilik yıldönümüm ve sonbahar olma özelliğini barındırıyor olması bu günü benim için özel kılıyor.

9- Favori çiçek?
Nergis.


Bu çiçeği o kadar çok seviyorum ki. Mevsimin serinliği, taze çay kokusu, nar ekşisi yeni eklenmiş patates salatası ve elinde bir demet nergis ile gelmiş bir konuk her şeye değer.

Sanırım şimdi benim de birkaç komşuyu mimlemem gerekiyor :)
Ayunun Seyir Defterinden
Otuz Şirin Yıl
Herdemlezzet
Elif'in Terazisi

Cevaplarınızı heyecanla bekliyoruz :)
Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

8 Eylül 2012 Cumartesi

Karadeniz'den Dönüş

Muhteşem bir rüyadan uyanmış gibiyim.
Evet, fiziksel olarak döndüm Ankara'ya fakat aklım hâlâ Karadeniz'de kaldı.
Biliyorum, tatilden de yazacağımı söylemiştim ama böyle bir imkan olmadığını tur başlayınca anladım. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar yaylalara tırmanınca, otele döndüğümüzde sorsanız adımı bile söyleyecek halim kalmıyordu. Bildiğiniz gibi 1 Eylül'de sırt çantalarım, ben, eşim ve ablam Trabzon'a ulaştık.
Turda birlikte olacağımız diğer arkadaşlar, rehberimiz ve transferimizi sağlayacak kişi ile ilk buluşma gerçekleşti.
İlk tanışma, meraklı bakışlar, bütün bir hafta birlikte olunacak kişilerin doğal olarak birbirlerini ilk anlama dakikaları derken transfer aracına yerleştik.
İşte böyle mesafeli bakışmalar, hafif tebessümler ve beden dili kullanılarak selamlaşılıp, tanışılan bir tur başladı.
Biterken; hayatımın en özel haftalarından birini yaşadığım dostlarımdan, kucaklaşarak, telefonlar alınıp verilerek, bir sonraki tur organizasyonları planlanarak ayrıldık.
İşte şimdi yazımın tam bu bölümünde, klavyemdeki hangi harfleri cümlelere dönüştüreceğimi bilemiyorum.
Yaşadığım bu muhteşem haftayı siz dostlarıma nasıl özet bir şekilde aktarabileceğimi bilemiyorum.
Önce transferimizi sağlayan Salih'ten bahsedeyim.
Siz de belki Karadeniz fıkralarının hayali olduğunu düşünenlerden olabilirsiniz.
O fıkralar gerçekte yaşanıyor. Salih de bu fıkraların gerçek kahramanlarından.
O hesapsız, direkt, samimi halleri onu ailenizden biri yapıyor.
Artık ayrılıp Ankara'ya dönerken bir kardeşden ayrılır gibi sarıldım ona.
Salih, artık duyduğum her Karadeniz ezgisinde yüzümü gülümsetecek ve yanımdakiler neye güldüğümü sorduğunda da "Aklıma bir dost geldi de..." diyeceğim cümlelerin gizli kahramanı olacak.


Rehberimiz Murat.
Henüz 27 yaşında.
O sadece Ves Turizmin rehberi değil bence.
Bence kendi yaşındaki birçok kişiye sağlam karakteri, vizyonu, işini yaparken kendinden de kattığı değeri, ölçülü ve zekice yaptığı esprileri ile rehberlik edebilir.
Gittiğimiz her yerde, ailelerinden biri gelmiş gibi karşılıyor insanlar onu. İşte buna iletişim sanatı deniyor.
Onu tanıdığım için gerçekten kendimi çok şanslı hissediyorum.
Tekrar tura çıkacağım zaman Murat'ın rehberliğinde olması ilk önceliğim olacak.


Tur arkadaşlarımdan da bahsetmek istiyorum.
Elif ve Yasin. İzmir'den geliyorlar. Onları tanıdıkça, hayat enerjiniz artıyor. Bu çift bana aslında hayatın hiçbirşeyi kafaya takacak kadar ciddiye alınmaması gerektiğini ve ânı yaşamanın en önemli şey olduğunu hatırlattılar.
Onları çok sevdik.
Hep yakınınızda olmasını isteyeceğiniz dostlar onlar.


Kuzenler Funda ve Sevil.
Ben de kendimi onların fahri kuzenleri ilan ettim. Çünkü böyle kuzenlerim olması büyük bir mutluluk olurdu.
Funda ile aynı frekansta espri yazıp oynayabilme ortak özelliğimizi keşfettik. Sevil ise yanında iken kendinizi iyi ve huzurlu hissedeceğiniz direkt biri.


Aslan ailesi, kendi halinde çekirdek ailemizdi. Yaylaların en tepelerine bile
en küçük Aslan'ı taşıyabilme yeteneğine sahiptiler.
Hacer hanım ve Kandemir hocamız aynı anda, aynı model fotoğraf makinaları ile aynı kareleri çektiler. Tabii bunu hocamızın mütemadiyen yaptığı espri sağanağı eşliğinde yapıyorlardı:)
Veeee yine İzmir'den Belgin Hocamız. Çılgın, fotoğraf sanatına gönül vermiş, gayet teknolojik, tehlikeli hiçbir aksiyondan kaçınmayan bir gezgin.


İşte böyle bir gurupla birlikte olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi.
Şimdi gelelim turumuza.
İlk gün Borçka'ya gittik. Aralık Köyü'nde, Laperla Pansiyon'da kaldık. Ne hoş bir isim değil mi? İnsanın doğacak çocuğuna bile isim olarak düşünebileceği tınıda. Ama tını sizi yanıltmasın. Anlamı lahana kesme tahtası:)
Macahel yaylasına çıkarken ablamın bize dönüp, "Ah keşke şimdi Carmina Burana çalıyor olsaydı, bu muhteşem manzarada iyi giderdi" demesinin ardından birkaç dakika geçmedi ki aracımızda bir türkü çalmaya başladı. Tabiki Salih'in seçimiydi bu:)
Türküde şöyle diyordu;
Oyna dik oyna,
Kollar çıbık olacak,
Horonla oynayanlar
Daha dik oynayacak... şeklinde bir Karadeniz türküsüydü bu.
Ablam Carmina Burana beklerken duyduğu bu çıbık kollu türkü ilk önceleri onu pek memnun etmedi.
İkinci gün tempo tutmaya başladı.
Üçüncü gün, ablam dönünce Karadeniz türküleri dinlemenin planlarını yapıyordu:)
Şaka bir yana Karadeniz'in büyüsü içinizde kocaman bir yer kaplıyor.














Borçka, Macahel, Şavşat, Batum, Ayder, Uzungöl, Sümela, birçok yayla, şelale ve insanı hayretlere düşüren muhteşem doğa...
Hücrelerimin tazelendiği, zihnimin dinginleştiği ve kelimelerle ifade etmemin çok zor olduğu rengarenk duyguların ruhumu sardığı muhteşem bir haftaydı.
Tatil anlayışınız her ne olursa olsun, eğer gitmediyseniz mutlaka Doğu Karadeniz turlarından birine katılın.
Verebileceğim tek garanti, bu tatilden asla aynı kişi olarak dönmeyecek olmanızdır.
Eşimle aldığımız karar her sene bir kez de olsa Karadeniz tazelenmesi yaşamak.
Çok sevdim.
Çok etkilendim.
Tazelendim.





Çok teşekkürler Murat, Salih ve tüm grup arkadaşlarım.
Artık her sene Karadeniz beni çağırıyor olacak.
Biliyorsunuz yazılarımı bitirirken gelenek olarak tekrar gittiğimde götüreceğim 3 şeyi söylerdim.
Bu geleneği bu yazıda bozmam gerekecek. Çünkü eğer Karadeniz'e gidiyorsanız herşey zaten doğal ortamında fazlasıyla var.
Tekrar Karadeniz'e gittiğimde yanımda götürmeyeceğim 3 şey:
1- Gereksiz yere kendime yük ettiğim telaşelerim,
2- Önyargılarım,
3- Topuklu ayakkabılarım.
Daha önce söz verdiğim gibi bir sonraki yazımda fotoğraf albümlerimden Paris yansıyacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi

Posted using BlogPress from my iPad