Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

25 Aralık 2012 Salı

HEYYFİ GİDİYOR...


Sevgili Dostlar, yeni yılı karşılamak ve bol ışıklı bir yıla başlangıç yapmak için, sevgili eşimle birlikte yarın yola çıkıyoruz.
Yeni yıla Dubrovnik'te gireceğiz.
Hepinize mutlu, huzurlu, bol bol ışıklı, yolunuzun hep aydınlık olduğu, ihtiyacınız olan herşeyin, ihtiyacınız olduğu anda yanınızda olduğu, sıcak, bol tarçınlı çayların ısıttığı bir yıl ve ömür dilerim.
10 gün sonra dönmüş olacağım. Yeni yıla yenilenmiş olarak girmenin heyecanıyla da, sizlerle çay ve simit eşliğinde iki lafın belini kırmaya devam ederiz.


Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

21 Aralık 2012 Cuma

Fotoğraf Albümlerimden - MOSKOVA

Hazır yeni yıla girmek üzereyken, "Fotoğraf Albümlerimden" serisine devam edeyim dedim.
Yine bir yeni yıl zamanı, bizim malum kalabalık arkadaş grubumuzla, yeni yıla Moskova Kızıl Meydan'da girelim dedik.
Hazırlıklar yapıldı, kalın kıyafetler alındı... Cep sobaları, içlikler gibi gerekli olan tüm ısınma detayları düşünüldü...
Birkaç gün erken gittik. Moskova'yı gezmeyi planlıyorduk tabii. Ama bu derece bir soğuk beklemiyorduk aslında.
Yılın son günü, erkenden Moskova'yı gezmeye başladık.
Her yer ışıl ışıldı. Bize söylenen, belli aralıklarla zıplamamız ve ara ara küçük yudumlarla votka içmemizdi. Aksi halde donma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktık.
Bir kısmımız, her Türk vatandaşı gibi, zorunlu hallerde kullanılan "Türk Gücü"nü kullanmaya karar verdi.
"Bize birşey olmaz canım, -25 bize ne yapar ki" dedi.
Sanıyorum bu sözler bizim "hasta olmadan önce söylenen son sözler" türevi cümlelere güzel bir katkımız oldu... :)
Otelden ilk çıktığımızda, çok sıkı giyinmiş olmamız sebebiyle keyfimiz çok yerindeydi. Heyecan, mutluluk ve sevgi dolu çığlıklar eşliğinde gezmeye devam ettik. Yaklaşık 2 saat sonra -ki bu, kullanılan "Türk Gücü Depoları" nın bitme dönemine rastlar :) - sevgi dolu çığlıkların yerini şu sızlanmalar almaya başladı:
"Ahmeeet, parmak uçlarım hissetmiyooor..."
"Hayatım, otelden çıkarken sana biraz votka alalım dedim değil mi? Zıpla, zıpla haydi... Bekleme, donacaksın!"
"Anneee, burnumun içinde buzlar oluştu, acıyooor..."
gibi cümleler kurarak yine de gezmeye devam ettik.
Zaman zaman kafelere girip ısınıyor, sıcak bir şeyler içiyorduk.
Aldığımız karar gereği, Kızıl Meydan'a 3 saat önce gidip, kutlamaları en iyi şekilde görebileceğimiz bir yere yerleşmeliydik.
Gittik. Zıpladık, zıpladık, zıpladık, o muhteşem ışıkları ve süslemeleri seyrettik. Konserler başlamıştı, onları izledik, ama artık donma noktasına ulaşmıştık.
Düzenli zıplayan ve votka yudumlayan arkadaşların keyfi yerinde olmakla birlikte, diğerlerimizde hafif donma tehlikesi başlamıştı.
Saatler tam 00:00'ı gösterdiğinde, muhteşem bir havai fişek gösterisi ile herşeyi unuttuk. Muhteşemdi.
O muhteşem görsel şölen, votka, zıp-zıp zıplamak ve tabi ki her daim depolarımızda kullanılmak üzere hazır bekleyen "Türk Gücümüz" ile Rusya'nın soğuğunu da alt edip ülkemize döndük.


Bu gezimize özel olarak, kimsenin fotoğraflarda güzel çıkmak gibi kaygısı olmadı. Çünkü herkes soğuktan korunmak için o kadar üstüste giyinmişti ki, kimin kim olduğu anlaşılmıyordu. :)
Yeni yıla girmek için Rusya'ya tekrar gidecek olsam, yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Yeni çıkan şu zıp-zıp ayakkabıları,


2- Yedeklenmiş "Türk Gücü" deposu,
3- Votka bizi bozar diyerek, bu depoların tek yakıtı olan aslan sütü.
Bir sonraki "Fotoğraf Albümlerimden" yazısına, en yenisi olacağı için, Dubrovnik yansıyacak.
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

11 Aralık 2012 Salı

YENİ YIL AĞACIMIZ

Yılın en sevdiğim ayı aralık ayıdır. Takvimler bir dönemi kapatır, yeni bir dönemi işaret eder.
Benim için bir yıl daha yaşlanmak değildir gelen yeni yıl, tazelenmek ve yenilenmek için bir fırsattır.
2012 bana o kadar güzel şeyler getirdi ki, 2013'ü heyecanla bekler oldum.
Eşimle ağacımızı süsledik.
Yeni yılda gideceğimiz Dubrovnik ile ilgili, bilgilenme ve araştırmalarımızı yaptık (eşim yaptı aslında).
Akşam oldu.
Gökyüzü karardı.
Ağacımızın ışıkları, ruhumuzu aydınlattı.
Mumlarımızı yaktık.
Sonra hayata, bize birbirimizi hediye ettiği için teşekkür ettik.
Sürekli yeni yıl filmleri izliyoruz.
Şimdilerde heyecanla ilk kar yağışını görmeyi bekliyorum.
Neden mi?
2012 için teşekkür edip, 2013 dileklerimi sıralamak için.
Böyle tuhaf ritüellerim var işte.
Zaten eşim de benim bu dünyaya değil, başka bir gezegene ait olduğumu düşünüyor :))
Hangi gezegene aidim bilmiyorum ama bildiğim tek şey, ait olduğum gezegeni çok seviyor olmam.
İşte ağacımız.


Hepinize, mutlu, ışıklı, her anı dolu dolu yaşanan, sağlıklı bir yıl dilerim.
Sevdiğinizi söyledikleriniz ve sevildiğinizi söyleyenleriniz bol olsun.
Sizleri seviyorum...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

8 Aralık 2012 Cumartesi

BİRAZ BENDEN-3

- Nee, hamile miyim?
- Evet kızım, hem de 3 aylık...
Masmaviydi gözleri. Kocası onu uzaktan görüp, aşık olduğunda, en çok gözleri için şiirler yazıyor, mahallenin küçük çocuklarıyla O'na ulaştırıyordu.
Evlendiler.
İlk çocukları, daha 1 yaşındayken beton bir zemine düşüp, ömür boyu devam edecek özel bir bakıma ihtiyaç duyacaktı.
Ayten ikinci hamilelik haberini, ilk bebeği henüz 3,5 yaşındayken almıştı.
Ayten, bu küçük, havası ağır kokan hastane odasında, oturduğu eski ve tozlu koltukta, vücudunun iyice ağırlaştığını hissetti.
Korktu.
Sanki vücudundaki tüm hücreler yer değiştiriyordu.
Hiçbir şey söyleyemedi.
Boğazında bir düğüm, yüreğinde kocaman bir korku belirdi.
Sevdiği adama döndü.
Onun gözlerinde bir teselli bakışı aradı, ama göremedi.
Sadece ağzından bir tek cümle çıkıverdi.
"Ama, ama bebeğim daha çok küçük, bana ihtiyacı var, bu nasıl olur Şükrü?"
Eşi, gözlerini yere doğru kaydırdı. Bakamadı sevdiğinin gözlerine. O an hiç de doğru bir an değildi, aşık olduğu o mavi gözlere bakmak için.
Karısına iyi gelebilecek bir bakış verebileceğini bilse, bunu yapmak için tek bir saniye bile beklemeyecekti.
Şükrü ayağa kalktı. Ürkmüş, korkmuş kadınına doğru birkaç adım attı.
Biraz eğilip elini, ellerinin arasına aldı. Hıçkırmamak ve çaresizliğini belli etmemek için, omuzlarını dikleştirdi. Birkaç küçük öksürükle boğazındaki düğümü çözüp, bildiği en güçlü sesini kullanarak,
- "Haydi canım, gidelim şimdi. Herşey olacağına varır..." diyebildi.
Demişti demesine de, söylediğine kendisi de inanmamıştı.
Nasıl herşey olacağına varacaktı.
Küçücük gecekondularında zaten zor geçiniyorlarken ve altından kömür ocakları geçtiği için her an yıkılmak üzere olan evlerinde, ömür boyu bakıma muhtaç olan bebekleri varken, yeni bir tanesi...
Nasıl olacaktı?
Cevabını bilmiyordu.
Bildiği tek şey, kadınının rahminde, onlara ait yeni bir can vardı.
Ne kadar zor bir karardı bu.
Kimden, nelerden vazgeçmeleri gerekiyordu.
"Allahım, cevabını bilmediğim ne kadar çok soru var" diye düşündü.
Kafasından bunlar geçerken, Ayten'in elinden tutmuş, hastane odasından çıkarlarken, üzerinde mavi çiçek desenli pazen elbisesiyle, yüzüne anneliğin ilahi ışığı vurmuş olan Ayten, güçlükle dudaklarını araladı ve belkide hayatının en zor kararını açıklıyor olmanın verdiği yorgunlukla,
"Bu bebeği doğuramam" dedi.
Sustu.
Bu ne gürültülü bir sesizlikti.
Sanki dünyada inşa edilmiş tüm duvarlar çöküyor, toz duman içinde, dünyanın sonu yaşanıyordu.
Ayten'in rahmindeki bebeğin kalbi, dünyaya küsmüştü.
Bu bebek, 6 ay sonra, dünyaya küsmüş bir kalp ile gelecek, zamanla herşeyi ve herkesi daha iyi anlayacak, dünya ile barışacak ve Heyyfi ismiyle, blog yazıp, çay ve simit eşliğinde iki lafın belini kıracaktı.


Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

2 Aralık 2012 Pazar

YA OLMASAYDI...

Bugün benim için çok üretken geçiyor.
Bu kargaşanın arasında birden aklıma, şu aynalar olmasaydı ne yapardık diye geldi.
Sonra, baktım ki kendimi, varlığını çok önemsemediğmiz ama olmasaydı ne büyük eksiklik olurdu deyeceğimiz şeyleri kafamda sıralarken buldum.
Tabii kast ettiğim şeyler hayati önemi olan şeyler değil. Onlar zaten olmasaydı ne yapardık değil mi?
Örneğin, çamaşır mandalı,
Çalar saat,
Küvet tıkacı,
Düğme,
Naylon poşet koymak için yapılmış oyuncak bebekler,
Ütü masası,
Bulaşık süngeri,
Kirli sepeti,
Uzaktan kumanda,
Ayak havlusu,
Tırnak makası,
Patates salatası,
Gangnam style dansı :)
Google....gibi....
Özellikle Gangnam style olmasaydı, şu sıralar ne yapıyor ve ne dinliyor ve ne konuşuyor olurduk değil mi?
Sizler de, olmasaydı ne yapardık dediklerinizi paylaşın ve liste böyle uzayıp gitsin :))
Sevgilermle...
Heyyfi...



- Posted using BlogPress from my iPad

1 Aralık 2012 Cumartesi

KUTLAMA...

Çalışma masama oturduğumda, konusu şu an okuduğunuzdan farklı bir yazı yazmaya hazırlanmıştım.
Müzik gerekli diye düşündüm.
Sezen'e karar verdim.
Sezen'den "Kutlama" çalmaya başladı.
Masamdaki gül kokulu mumu yaktım.
Sezen söyledi, ben mumu izledim uzun süre.
Sonra, yazacaklarım zihnimi terk etti, gitti.
Başımın üzerindeki hayal baloncuğumda, geride bıraktığım 41 yılım şekillendi.
Boğazımda bir düğüm, gözlerimde bir bulut belirdi.
Sanki, seri olarak devamları çekilen filmler gibiydi hayatım.
Her bölüm, hayatımın bir dönemini anlatıyordu.
Her bölümün sonunda, oyuncular ve film ekibinin isimleri sırayla geçiyordu ekrandan.
Sanırım 40'lı yıllarıma girdiğimde, hayat filmimin, yeni bir bölümü vizyona girdi.
Film müziği Sezen'den...
"Kutlama".
Bu bölüm, benim en mutlu baharımın anlatıldığı bölüm.
En mutlu yıllar.
Bu bölümün yönetmeni, biricik eşim.
Hem hocam, hem kocam.
Filmin müziği diyor ki:
"Seninle baharı kutlamaya geliyorum,
Başımı omzuna yaslamaya,
Hayata yeniden başlamaya..."
Boğazımdaki düğüm büyüdü, gözümdeki bulut indi yanaklarıma.
Bu KUTLAMA çok iyi geldi bana.
Filmin sonu ne zaman gelir bunu bilemem.
Ama biliyorum ki, film bitip de SON yazdığında, film ekibi, yani hayatıma tek bir saniye için bile girmiş olan herkes, iyi bir iş çıkartmış olmaktan dolayı, mutlulukla karışık, gözlerinde bulutla, filmi ayakta alkışlayacaklar.
Bu filmi, anlamlı ve mutlu kılan tüm dostlar; hepinize sonsuz teşekkürler...
Hayatımı, anlamlı ve mutluluklarla dolu, sonu gelmeyen bir KUTLAMA'ya çevirdiniz.
Teşekkür ederim...
Sevgilerimle...
Heyyfi...




- Posted using BlogPress from my iPad