Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

31 Ağustos 2012 Cuma

Sırt Çantam

İyi ki dünyaya sırt çantam olarak gelmemişim.
Çünkü bizim evde en hak etmediği muameleyi o görüyor.
Tatile çıkarken, kısa seyahatlere giderken, her zaman sıkış tepiş, itelenerek, alabileceğinden fazla yük koymaya çalışıyoruz içine. Aslına bakarsanız zaman zaman aynı şeyi kendimize de yapıyoruz. Bazen alabileceğimizden fazla sorumluluk, beynimizi gereksiz yere meşgul eden fazla ayrıntılar, beynimize ihtiyacımız olmadığı halde doldurduğumuz gereksiz şeyler (dedikodu vb.)...
İşte bunlar da bizim sırt çantası gibi, taşıyabileceğimizden fazla olan yüklerimiz.
Neyse gelelim bizim sırt çantası neden tekrar ortaya çıktı.
Şöyle anlatayım...
Birçok kişi tatile çıkmadan önce yaptığı alışverişlerinde mayo, bikini, terlik, güneş yağı gibi şeyler aldı.
Biz de yarın tatile çıkıyoruz.
Bu tatil için yaptığımız alışverişte, kalın polarlar, yağmurluklar, botlar vardı.
Herkes güneşlenerek bronzlaştırdığı tenini koruma derdine düşe dursun, biz yarın itibariyle Doğu Karadeniz'de tura başlıyoruz sevgili dostlar.
Tur yetkilileri yanımıza almamız gerekenlerin listesini mail yoluyla göndermiş.
Bu liste mayo ile başlıyor, polarların üzerine giyilecek anorak montla bitiyor.
Kalın çoraplar, deniz için koruyucu krem, kalın kazak, deniz havlusu gibi bir liste.
Maçahel yaylalarından, Batum'a kadar uzanan bir yolculuk olacağı için, liste biraz tuhaf.
Şimdi tüm bunları iki sırt çantasına sığdırın bakalım.
Siz olsaydınız dünyaya bizim sırt çantaları olarak gelmek ister miydiniz?
Ama eminim ki sırt çantam da dünyaya ben olarak gelmek istemezdi.
Neyse oralardan size gelişmeleri aktarırım.
Paris sözümü de unutmuş değilim.
Eveeeet,
Satırlarıma burada son verirken, küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden öperim.
Allah bir yastıkta kocatsın,
Hepiniz doğum gününü kutlar,
Yeni yılın size ve ailenize sağlık ve mutluluk getirmesini dilerim.
Tamam sustummm.
Biraz kafam karışık da.
Uyyyy cideyrum daa, Karadeniz'e cideyrum.
Sevculerimle...

Heyyfi daa.

- Posted using BlogPress from my iPad

28 Ağustos 2012 Salı

Fotoğraf Albümlerimden, Venedik

O Sole Mioooooo,
Bu sesleniş, Venedik'li gondolcuların sizi gideceğiniz yere götürürken söyledikleri bir aşk şarkısı.
"Güneşli bir gün ne güzeldir, ama benim için asıl güneş senin yüzünde gördüğüm güneşdir" diyorlar sevgiliye...
Bu şarkıyı hemen paylaşalım.
http://www.youtube.com/watch?v=lw3c5d3aBSE&sns=em
Venedik'te gondol sadece turistler için değil, ulaşım aracı olarak da kullanılıyor.


Düşünsenize bizim dolmuş şoförlerinin de yolcu taşırken aşk şarkıları söylediğini:)
Sanırım şöyle olurdu;
"Batsın bu dünyaaaa,.........Yazıklar olsuuuunnn!, para üstü alamayan varmı kardeş?"
Bu arada, enine çizgili tişört giydiği halde, haşmetli karizmaları ile aşk şarkıları söyleyen gondolcular, San Marco meydanındaki Oda Orkestraları ve romantizmin sınırlarını zorlayan atmosfer biraraya gelince, aşık olmanız ya da aşkınızı tazelemeniz işten bile değil.


Venedik'e yolunuz düştüğünde en çok karşılaşacağınız şeylerden biri de rengarenk maskeler.
Maske eskiden zenginlerin tanınmamak için kullandıkları bir araçken, artık karnavallara hizmet ediyor.
Tabii ben de bir tane aldım.
Odamın duvarında asılı duruyor. Olur da bir gün tanınmamak istersem takarım:)


Venedik'te çok sayıda köprü var.
Bir köprü bile romantik olur mu?
Olmuş gerçekten.
Adamlar köprülerini bile romantik yapmışlar.
O köprülerden geçerken, kendimi bir müzikalin başrolünde gibi hissettim.


Gece yağan yağmurdan sonra, bir gün önce normal bir gezinti yaptığınız yollar ve meydanlara tekrar gittiğinizde, geçici olarak hazırlanmış köprüler görüyorsunuz. Çünkü her yeri su basmış oluyor. Sular kuruyunca tekrar eski haline dönüyor.
Aaahhh, ahhhh.
Çok güzeldi Venedik çoookk!
Tekrar Venedik'e gidecek olsam, yanıma alacağım 3 şey:
1- Can simidi,
2- Sevgilim(kocam),
3- Gondolculara hediye etmek için dikey çizgili tişört (ince göstersin)
O Sole Mioooooo,
Bir sonraki yazımda fotoğraf albümlerimden Paris yansıyacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Fotoğraf Albümlerimden,Tayland, Bangkok

Tayland, Bangkok'a iki kez gittim. İkisinde de en büyük problemim yemek oldu. Gerçi deniz mahsüllerini sevdiğim için yiyecek birşeyler buldum ama orada ne zaman tabağınıza ne geleceğini bilemiyorsunuz.
Her yer ki buna insanları da dahil, kendilerine özgü bir kokuya sahipler.
Kullandıkları baharatlarla ilgili sanırım.
Biz Türkiye'de hani sokak arabalarından leblebi, badem, fıstık gibi şeyler alıyoruz ya, onların da böyle arabaları var sokaklarda ama üzerindekiler biraz farklı.
Onlarda böyle satılan şeyler, bizim "haşere" diye tabir ettiğimiz şeyler:)


Hamamböcekleri, çekirgeler ıyggg.
Ne siz sorun, ne de ben anlatayım en iyisi (gerçi biraz anlattım galiba).
Genellikle hemen her yerde tapınakları görüyorsunuz. Orada gidip mum yakıyor, dilek diliyorsunuz. Annemin orada mum yakmadığı tapınak pek kalmamakla birlikte, dönünce de hacca gitti:)


Gece pazarları çok meşhur. Çok uygun fiyatlara çok ilginç şeyler alabiliyorsunuz. Sakın pazarlık etmeyi unutmayın. Onun raconu da hesap makinesi ile oluyor.
O bir rakam yazıyor, siz yooo işareti yapıyorsunuz işaret parmağınızla. Sonra hesap makinesini size uzatıyor siz rakam yazıyorsunuz. Derken fiyat epeyce iniyor.
Dikkat edilecek husus, bu pazarlarda birşeyin fiyatını sormanız demek o şeyi almak zorundasınız demektir. Çünkü sorduğunuz an, neredeyse peşinizden otelinize kadar gelebilme ihtimallerini gördüm. Kurtulmak için pazarlık başlayacak ve siz elinizde poşetle oradan uzaklaşacaksınız:)
Tabii bir de Thai masajı var.
Biz kalabalık bir grupla gittik. Kadınları ve erkekleri ayrı ayrı salonlara aldılar ve masaj başladı.
Çok güzel Thai kızlar önce bizlere özel bir ritüelle birlikte çay ikram etti. Meğer bu olacaklara bir hazırlıkmış. Bir ara ayağımı burnuma sokmak için uğraşıyor diye düşünmeye başlamıştım.
Sonra yanımdaki arkadaşımdan bir çığlık yükseldiğini duydum. Şöyle bağırıyordu: "Eğer bana yapılan bu masaj kocama da yapılıyorsa tutmayn beniii" :)
Masajın verdiği rahatlama ile oradan huzurlu bir şekilde ayrıldık.


Sonra hep beraber Pattaya'ya gittik ve muhteşem doğa eşliğinde okyanusa karşı masamızda arz-ı endam eden deniz mahsüllerini yemeye başladık.
Saçlarımızı boncuklarla ördürdük ve kürkçü dükkanına döndük.
Tekrar Tayland'a gidersem götüreceğim 3 şey:
1- Tabi ki hijyen mendilleri
2- Birkaç kutu konserve sarma
3- Aklına estikçe yağan muson yağmurları için giy-çıkar yağmurluklardan.
Bir sonraki yazımda fotoğraf albümlerimden Venedik yansıyacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi

Posted using BlogPress from my iPad

23 Ağustos 2012 Perşembe

Günümün içinden...

Bugün canım insanların ya çok sevdiği yada nefret ettiği yemekten yemek istedi.
Ben bayılarak yiyorum.
Bir tutam haşlanmış pirinç, hoooppp üstüne ya da içine biraz çiğ balık, amanın ne güzel yeniyor.



Bu güzel akşam yemeğinden sonra gidip Sevil'in önerdiği kitapları aldım .
Bir de çok istediğim halde izleyemediğim filmi.
Kitaplarıma başlamak ve filmi izlemek için çok heyecanlıyım.
Önerin için tekrar teşekkürler Sevil'ciğim.


Yine akşam oldu, perdeleri kapattım.
Sabah olunca yine perdeler açılacak.
Bunlar bildiklerim.
Bilmediğim, yarının neler getireceği.
Heyecanla bekliyorum, bakalım sabah uyanacağım yeni gün bana ne gibi hediyeler hazırlamış.
Umarım beğenirim:)
Kim bilir belki içinden değiştirme kartı da çıkar:)
Ne güzel olurdu değil mi?
Herkes için yarının getirecekleri, değişim kartı gerektirmesin:)
Sevgilerimle...
using BlogPress from my iPad

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Fotoğraf albümlerimden, Mısır

En çok merak ettiğim ve görmek istediğim yerlerdendi Mısır.
Ta ki gidip görene kadar, bir kez yeterli oluyor:)
Evet piramitler insanı hayrete düşürüyor ve gerçekten de bunu insan nasıl yapar dedirtiyor.
Uzaylıların yaptığına bile inananlar var.
Kim yaptı bilmiyorum ama sonuç muhteşem, dudak uçuklatan cinsten.






Tutankamon'un mezarından çıkarılmış şeyler muhteşemdi. O dönemlerde insanlar öldükten sonra tekrar dirileceklerine inandıkları için, dirildiklerinde yanlarında en iyi, en güzel, en değerli eşyalarının olmasını isterlermiş. Bunun için de mezarları büyük servetler eden eşyalarla doluymuş.
Tutankamon'un da mezarından çıkanlar hep öldükten sonrası için hazırlanmış olan çok değerli eşyalar. Bizler gelecek için yatırım yaparız ya, evler arsalar vb., onlar da hep öldükten sonrası için hazırlanmışlar.
Peki ne olmuş?
Onların dirildiklerinde kullanacakları eşyaları yağmacılar çalmış.
Tutankamon'un mezarından bulunabildiği kadarı toplanmış ve bir müzede gösteriliyor.
Öyle bir oda dolusu falan değil, birkaç ev döşenir o mezardan çıkanlarla.
Allah sağlıkta yedirsin ne diyelim:)


Mısır'a yolunuz düşecekse (ki, şu sırada siyasi karışıklıktan ötürü çok zor görünüyor), size tavsiyem yanınıza bolca o hijyen sağlayan jellerden almanızdır.
Biz Türkler orada çok iyi tanınıyoruz.
Bizim Türk olduğumuzu anladıklarında, "yavaş yavaş Hasan Şaş" diyorlardı.
Fakat bunu öyle birkaç kez duymuyorsunuz. Sanki bu söylem onların Türkler'i selamlama yolu olmuş.



Bir de trafiğinden bahsetmeden yapamayacağım.
Biz burada adrenalin için lunaparka falan gideriz ya, özellikle çarpışan arabalar kısmı bir Mısırlı için çok sıkıcı gelirdi. Çünkü onlar hayatlarının içinde sürekli bu "keyfi" yaşıyorlar:)
Arabaların çoğunda yan ayna kopmuş olduğu için, küçük bisiklet aynaları bizim " don lastiği" diye tabir ettiğimiz lastiklerle arabanın kenarına tutturulmuş durumda. Bindiğimiz taksi harekete geçtiği anda bizden çıkan sesler, lunaparkta fazla adrenalinden eğleniyor mu, korkuyor mu belli olmayan insanların çıkarttığı sesler gibiydi.
Bu çığlıklar karşısında coşan şoförümüz(!), bize asla unutamayacağımız bir "çarpışan araba" etkinliği yaşattı.
Yani demem o ki bir daha Mısır'a gidecek olursam yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Bolca hijyen mendilleri ve jelleri,
2- Muhteşem tarih için fotoğraf makinam,
3- Ne olur ne olmaz diye birkaç metre don lastiği.
Bir sonraki yazım, Tayland Bangkok hakkında olacak.

Sevgilerimle...

Heyyfi BlogPress from my iPad

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Müjdeeee! Şeker bayramı 362 gün uzatılmııııışşş!

Bu yazıyı, "efendim nerede o eski bayramlar..." kıvamına getirmeyeceğim. Zaten bu konu her yıl olduğu gibi bu bayramda da sıkça konuşulacak, TV programlarına çıkacak olan ülkenin ileri gelen sanatçılarına sorulacak. Onlar da, bayramların eski tadının kalmadığından, eskiden bayramlık ayakkabıların sabaha kadar başucunda beklediği durumlardan bahsedecekler. Bu çok olacak zaten önümüzdeki birkaç gün:)




Ben de 365 gün bayram yapmaya çalışan biri olarak:) bayram mesajımı şöyle vermek istedim.
Şimdi sevgili dostlar, gelin şu bayram sabahları evlerin içine bir göz atalım.
Sabah kalkılır,
Herkes sabah bakımını ve temizliğini en güzel ve özenli şekilde yapar,
En temiz ve en güzel kıyafetler giyilir,
Bu 3 günlük bayram boyunca herkes pozitif ve güleryüzlüdür,
Bütün aile birlikte bayram kahvaltısı yapar,
Birbirlerine sarılıp bayramlarını kutlar,
Büyükler küçüklere sevgi dolu bakıp saçlarını okşar ve onlara dolaylı da olsa "seni seviyorum" mesajı verir,
Evlerde gelen herkesle paylaşmak için fazla sayıda kişi için yemek hazırlanır,
O gün herkes olabildiğince birbirini kırmamaya çalışır.
"O'nun huyu da bu, o'nu böyle kabul etmek gerekir, zaten insanları değiştiremeyiz" diye düşünülür.
Dışarıya çıktığımızda tanıyalım ya da tanımayalım, gördüğümüz herkese selam verilir, iltifatlar edilir, vs...
Bu yapılanlar-yapılacaklar listesini daha da uzatabiliriz.
Aslında sorum şu; neden bu bayram ritüellerini 365 gün yapmıyoruz?
Biz insanlar bir şeyi bir kez yapabiliyorsak, sürekli de yapabiliriz. Düşünsenize, böyle bir dünya nasıl olurdu?
Listede yapılması zor olan birşey varmı sizce?
Aslında bu listeyi uyguladıkça kendimizi daha iyi, mutlu ve sağlıklı hissederiz.
Gandhi çok güzel birşey söylemiş;
"Dünyada görmek istediğin değişikliğin kendisi ol."
Gerçiiiii her günü bayram gibi yaşayanlara ne diyorlardı?
Amaaaaannn, boşverin ne derlerse desinler.
Benim bu bayramım 362 gün daha uzadı. Beklerim efendim.
Paylaşacak yemeklerim, paylaşacak güleryüzüm, paylaşacak bayram heyecanım hep olacak.
Alın simidinizi gelin, her daim taze çayım da var.
İyi bayramlaaarrrrrrrr:)
Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Bugün evde çocukluğum koktu.

Evde yemek kokuyor.
Z.yağlı patlıcan yemeği,
Balık,
Salata.
Evde mis gibi yemek kokuyor, evde yemek kokusu o evi "yuva" yapıyor.
Biz küçük bir şehrin, küçük bir mahallesinde kardeşlerim, kuzenlerim, komşu çocukları ile birlikte büyüdük.
Sabah kahvaltıdan sonra, okul başlayınca da okuldan sonra dışarıya çıkar, oyun oynamaya başlar, akşam olunca annemin "akşam soğuğu çıktı haydi içeriiii, el ayak yıkansın hemeeeennn!!!!" seslenişiyle eve girme vaktini anlardık.
Bazen bu sesi duymazdan gelir, annemi biraz daha bağırtırdık.
Ta ki annem tehdit savurmaya başlayana kadar.
" Kime diyorum beeeenn!!"
Artık içeriye girmekten, el ve ayak yıkamaktan başka çaremizin kalmadığını anlar, oyunları sonlandırıp içeriye girerdik.
İçerisi, annemin yaptığı mis gibi yemek kokardı,
İçerisi "yuva" olurdu,
İçerisi huzur kokardı.
Hep beraber masaya oturur, yemeğimizi yerdik.

Benim çocuğum yok.
Ama etrafımda bazı çocuklu ailelerde gördüklerim biraz tuhaf gelebiliyor. Ben tabi benim çocukluğum doğru olandır iddiasında değilim, sadece bana biraz değişik geliyor bu durum.
Çocuklar bilgisayar başında ya ekmek arası birşeyler yiyor yada odasında tepside atıştırıyor. Aileleri ile pek fazla ortak zaman geçiremiyorlar.
Bizim zamanımızda Dallas dışında pek dizi yoktu. O da haftada bir gün, mahallecek beklerdik ve hep beraber seyrederdik. İki saat de değildi şimdiki diziler gibi. 45 dakika sonra tadı damakta bitiverirdi. ( bu arada Dallas yeniden başlıyormuş :))
Şimdi ailelerde de her bireyin düzenli izlediği, iki saatlik film süresinde diziler olduğu için, bütün akşam programları bu dizi günlerine göre planlanıyor.
Bazen farklı odalarda, farklı diziler seyrediliyor. Farklı hayatların içine girip, o karekterlerle yaşamaya başlıyoruz.
Ya evimizin içindeki karekterler,
Ya kendimize ait olan ve çok hızlı tükenen kendi hikayemiz.
Dizi seyredelim ama bu evimizin "yuva" olmasının önüne geçmesin.
Akşam soğukları çıksın,
Yuva' ya çağıran anne sesleri duyulsun.
Diyeceksiniz ki şimdilerde çocukların oynayabileceği sokaklar, bahçeler nerede?
Maalesef bilmiyorum! Ve bu duruma çok üzülüyorum.
Neyse,
Bugün evimde yemek koktu,
Bugün evimde çocukluğum koktu,
Bugün evimde huzur koktu,
Bugün evimde yuva koktu.
Üzerimde mutfak önlüğümle, bunları sizlerle paylaşmak için yazmaya başladım.
Hepinize mutlu, huzurlu, " yuva" da yenen bir akşam yemeği diliyorum.
Afiyet olsun.
Sevgilerimle...
Heyyfi



- Posted using BlogPress from my iPad

10 Ağustos 2012 Cuma

Yoksa prensiniz kurbağaya mı dönüştü? :)

Şu sıralar kurbağalara taktım galiba. Son yazdığım yazıdan sonra bu konu ile ilgili "dahiyane(!)" fikirlerimi paylaşayım dedim.
Eğer kurbağanız, prense dönüştüyse ne mutlu size:)
Şanslı azınlıklardansınız.
Çevremdeki ve hayatımın bazı bölümlerindeki gözlemlerinden bahsedeyim dedim.
Şimdi efendim, bazen şanslı olan kişiler, bir öpücük, hooooppp kurbağa prense dönüşmüş.
Dönüşüyor dönüşmesine de, (zaten kim bir kurbağa ile evlenir ki?) dönüştükten kısa bir süre sonra özüne dönüp tekrar kurbağa oluveriyor. Hadiiiii uğraş dur sonra.


Bitirsen bir dert, bitirmesen ayrı dert. Bir kere matmazellikten madamlığa terfi etmişsin. Sonra etraf ne der!
İşte sırf bu "etraf ne der, ben bu kurbağa olmadan tek başıma ne yapabilirim" korkuları ile kurbağa ile kardeş kardeş yaşanır. Zaten artık sen de onun için bir kurbağasındır artık.

Bir deeee, bir kurbağayı öpüp öpüp, hâlâ prens olmuyor diye dövünenler var.
Mütemadiyen öpüyor, öpüyor.
- Yaaaa bu hâlâ prens olmadı, dur biraz daha öpeyim.
Yok kardeşim yok, bu kurbağadan sana prens çıkmaz. Onu defalarca öperek harcadığın vakti başka kurbağaları da öpmeye harcasaydın, belki bu arada biri prens olurdu.
Bence demem o ki, herkes için bir prens var, sadece doğru prensesin O'nu öpmesi gerekiyor.

Hadi, benim atladığım prens kurbağa hikayeleri varsa yorumlarla katılın lütfen.

Ben mi?
Benim de birkaç kurbağa öpmüşlüğüm var. Sonunda prens olanı buldum galiba. 14 yıl oldu, hâlâ prens.

Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Bir Kurbağa Hikayesi...

Genellikle küçük yada büyük bazı kararlar aldığımız dönemlerde, inancımızı kıranlar en sevdiklerimiz olabiliyor.
Şimdi bunların zamanı değil,
Herşey bitti bir o mu kaldı,
Bunlar boş işler... gibi.
Bununla ilgili bir kurbağa hikayesi anlatmak istiyorum.

Bir gün kurbağalar arasında, dik bir yokuşa tırmanma yarışması yapılacakmış. İki grup varmış. Birinci grup; yarışmacı kurbağalar, ikinci grup ise tezahürat yapan ahali kurbağalarmış. Yarış başlamış. Bütün yarışmacı kurbağalar sıçrayarak yokuşa doğru ilerlemeye başlamışlar. Fakat ahali kurbağalar, bir kurbağanın sıçrayarak yokuş tırmanamayacağı öğretisinde oldukları için, şöyle tezahürat etmeye başlamışlar: " Zavallılaaarrrr, başaramayacaklaaarrrrrr!!!" Bir süre sonra yarışmacı kurbağaların büyük bir kısmı yarışı devam ettirememişler. Azalan gruba tezahürat devam ediyormuş.
" Zavallılaaarrrr, başaramayacaklaaarrrrrr!!!" bir grup kurbağa yine dökülmeye başlamış. Artık çok azalan yarışmacı gruba aynı tezahürat devam ettiği için hepsi gücünü ve inancını kaybedip, yarışı bitirememişler. Sadece tek bir kurbağa kalmış. Ahali kurbağalar şaşkınlık içinde izliyormuş. Tek kalan kurbağa tepeye ulaşmak üzere. Soluklar tutulmuş. Şaşkınlıkları geçer geçmez tezahürat tüm şiddeti ile devam etmiş. " Zavallııııı, başaramayacaaaaakkk!!!" Veee son kalan kurbağa tepeye ulaşıp yarışı kazanmış. Herkes şaşkınlık içinde. Hemen yanına gidip bunu nasıl başardığını öğrenmek istemişler. Sormuşlar,
- Bunu nasıl başardın?
- .............
- Bunu nasıl başardın?
- ...........
Sonra anlamışlar ki şampiyon kurbağa duymuyormuş. İşitme engeli varmış.
İşte sır buymuş.
Belki hepimiz bazen işitmeyen kurbağa gibi olmalıyız.
Olmalıyız ki çevremizden gelen olumsuz tezahüratları duymayalım.
Gücümüzü ve enerjimizi, hedefimize tam odaklayabilelim:)
Sevgilerimle...
Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

7 Ağustos 2012 Salı

Üzüldüm, çok üzüldüm...

Bugün ilham kaynaklarımdan birini kaybettim. O'na biz Suzi derdik.
Her ne kadar gazete haberlerinde yaşının 83 olduğu söylensede, aslında 89. cu yaşını geçen hafta kutlamıştı. Suzi ilk tanıdığım zamanlarda, tüm ailesini yitirmiş, hayata yalnız devam eden, bastonla bile zor yürüyen, görmüş geçirmiş, başarılı bir Türk kadınıydı. Birkaç yıl önce sağlığına dikkat etmeye başlamış, tekrar yaşam enerjisini yükseltecek etkinliklerin ve sosyal ortamların içinde olmaya başlamıştı. Bu enerji, O'na bastonu bıraktırmıştı ve sağlığının pozitif yönde ilerlemesini sağlıyordu. O'nun hayata bu şekilde tutunması bize ilham veriyordu. Ta ki kırmızı ışık ihlali ile bu sabah, bir kamyonla çarpışarak aramızdan ayrılana kadar.
Geriye sadece hepimizin yüreğinde kocaman bir düğüm bırakıp gitti.
Nur içinde yat Suzi, Seni Seviyoruz...
Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Gezdim, gördüm, sevdim, yoruldum, geldim...

Bu pazar Yedigöller'e gittik. Harikaydı. Sadece gezi sonunda, bu göller iyi ki Yetmişyedigöller değil dedim. Gez gez bitmezdi sanırım. İşin şakası bir yana tadı damakta kaldı. Gezmeyi seviyoruuuummmm...













Sevgiler...
Heyyfi
Posted using BlogPress from my iPad

Location:Yedigöller

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bugün bana "insanoğlu bunları ne zaman çözecek?" dedirten 4 şey.

1) Evimde her geçen gün biriken naylon poşetler (artık kese kağıdı dönemine tekrar dönülmeli),
2) Çocuklarına "sen bunlara karışma bakayım" diyerek onların özgüvenlerini tehlikeye atan ebeveynler,
3) Eve gelip heyecanla yeni albümü dinlemek için sabırsızlanıyorken, bir türlü yırtılmayan albüm ambalajları,
4) Bitmek üzere olduğu için elime sıkamadığım ama içinde hâlâ olduğuna emin olduğum nemlendirici krem ambalajları.

Bunlar bugün bana "artık insanoğlu bu duruma bir dur demeli" dedirtti.
Lütfen siz de "dur denmeli" dediğiniz şeyleri paylaşır mısınız:)
Yorumları ilgililere ulaştırırız artık:)
Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

3 Ağustos 2012 Cuma

Bugün bana iyi gelenler...

Bazı anlar vardır ya, derin bir iç çekersiniz de, "oh bee, hayat ne güzel" dersiniz. Bazen öyledir, bazen böyledir, bazen küçüktür, bazen büyüktür, bazen canlıdır, bazen değildir. Bazen büyük kutlamalarla gelir de, bazen sadece içimizde titreşir. İyi gelir.
Ben de bugün bana iyi gelen birkaç şeyi paylaşayım dedim.
1) Mayalı ekmek yiyemediğim için evde ekmek makinası ile yaptığım ekmeğin yayılan kokusu. Nasıl da huzur verdi.




2) Rüzgarla uçuşan tüllerim. Peri masalı gibi:)




3) Sokak lambamız.




Bugün bunlar bana iyi geldi. Huzur verdi. "Hayat ne güzel" dedirtti.
Sevgilerimle...

Heyyfi

Posted using BlogPress from my iPad

2 Ağustos 2012 Perşembe

İsteyenin bir yüzü, kararlı olanın yüzde yüzü:)

Hep duyarız ya, bir şeyi gerçekten istersen olur diye... İşte ben istemeyi anlıyordum da, gerçekten nasıl istendiğini bir türlü anlamıyordum. Gözlerimi sımsıkı kapatıp, "gerçekten ama gerçekten istiyorum" mu demeliydim.
Bir türlü bu soruya cevap bulamıyordum.
Ta ki,
İstemekle karar vermenin farklı şeyler olduğunu öğrenene kadar.
Evet. Bir düşünsenize, hepimiz her gün birşeylerin olmasını istiyoruz. Peki istediğimiz herşeyi neden elde edemiyoruz.
Genellikle "yeter artık" dediğimiz noktalarda kararlar alabiliyoruz.
Birgün hayatımda ilgili "yeteeeer!" dediğim bir dönem bana "Değişim" kararı aldırdı ve sihir gerçekleşti. İşte bu noktada yapmam gerekenleri yapmaya başlamıştım. Çünkü karar vermiştim. Motivasyon başlatıyor, kararlılık devamını getiriyor.
Karar verince ancak, hedefe giden yolda zorluklar engeliniz olmuyor.
Mazeretler size tuzak kurmuyor.
Normal zamanlarda yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyleri yaparken buluyorsunuz kendinizi.
İşte bunun ardından da ödülleri topluyorsunuz.
Kararlı bir insanın neler başarabileceğine örnek olarak önermek istediğim bir film var. Beni çok etkileyen yaşanmış bir hikayeden alınmış bir film bu.
Adı "Dalgalara Karşı", orijinal adı ise "Soul Surfer". Mutlaka izlemenizi öneririm.




Film ile ilgili yorumlarınızı da sabırsızlıkla bekliyorum.
Sevgilerimle...
Heyyfi
- Posted using BlogPress from my iPad

1 Ağustos 2012 Çarşamba

"An"ı mı, "Anı"yı mı?

Aynı gibi yazılıyorlar fakat, tercih edildiklerinde farklı yollara götürüyorlar.
Bana da öyle oldu.
Hani vardır ya, hayatınızda herşey yolundadır ya da öyle gibidir. Bir el yağdadır, bir el baldadır. Dolayısıyla eller dolu olduğu için birşeyleri değiştiremeyecek kadar meşgullerdir:)
Dışarıdan bakıldığında, hayatımdaki herşeyin yolunda ve bir elimin yağda bir elimin balda olduğunu düşünebilecek birçok insan vardı. Evet, ellerim doluydu ve kendime geldiğimde seçim yapmam gerekiyordu. Bana güvenlik çemberi sağlayan yağ ve bal mıydı, yoksa yeni bir yaşam mı? İkinciyi seçtim ve çevremde var olduğunu sandığım herşey kabağa döndü. Çünkü saat 12'yi geçmişti. Biraz geç kalmıştım. Artık elimde çok sayıda bal kabağı ve sonuna gelinmiş bir masal kitabı vardı.
Hah işte. Tam orası, evet orası, orası!
İşte burası tam da yeni kitabın başlangıcıymış da haberim yokmuş.
"Anı"larda yaşamayı bırakıp, "An"ı yaşamaya karar vermem gerekiyordu ve artık sabahları, geceleri ağlamaktan şişmiş gözlerle uyanmayı ve kendime acımayı kabul etmiyordum.
Bal kabaklarını doğaya bırakma vakti gelmişti.
Mazeretlerimi, sebeplerim yapmaya karar vermişim meğer.
Aslında bunları can havliyle yapmıştım.
Gerçekten de hayattaki en önemli tecrübelerimizi, zor günlerimizde öğreniyoruz.
Meğer zor günler, bizlere içinden yeni bir masal kitabının çıktığı hediye paketleriymiş.
Ben o paketi iyi ki açmışım.
Hala, ara sıra bu paketlerden geliyor.
3 gün önce yeni paket geldi.
İçinden de "Çayım Taze" bloğum çıktı.
Umarım beğenirsiniz.
Sevgilerimle...
- Posted using BlogPress from my iPad

Location:Ankara