Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

30 Eylül 2012 Pazar

İstanbul Deyince...

Biliyorsunuz 1 haftadır İstanbul'da kardeşimin yanındaydık.
İstanbul'a sık gelip gitmemize rağmen bizi hâlâ biraz yabancılar İstanbul.
Benim için sanki herşeyin ve tabi şehirlerin de bir karakteri vardır.
İstanbul, içinde çılgın bir ruh taşıyan ama bir türlü bunu dışa vuramayan, fırsatını bulduğunda da akla zarar çılgınlıkta bir hayat yaşayan, bazen herkesin kasım kasım kasıldığı bir davetten, kasıntılığı tavan yapmış bir şekilde evine dönen, eve döner dönmez de Recep İvedik tiplemesine bürünen bir "salon erkeği" gibi.
Bazen yeni yetme bir aşık, bazen de terli terli soğuk su içmiş bir yaramaz...
Ben bu İstanbul seyahatimde önce nazlı nazlı ortalarda dolanan, işveli-cilveli bir İstanbul'u ziyaret ettim.
Yani Kanlıca'ya uzandık.
Aman aman İstanbul'da bir işve, bir cilve.
Herkesin onu hayran hayran seyrettiğinin farkında; bir naz, bir niyaz...
Yüzü açık ve parlak ve mutlu ve dinlenmiş ve görkemli.
Eşlik etti bize tüm zarifliğiyle.


Güzel bir kahvaltı, biraz sahil yürüyüşü, sonra kahveler ve tabi ki iki lafın kırılan beli.


Bir keyif, bir keyif...
Ertesi gün Kadıköy'deydik.


Pek severiz Kadıköy Çarşı'da dolaşıp, kahve içip, yemek yemeleri.
Kadıköy'de olduğumuz sırada İstanbul heyecanlı bir çocuktu.


Sanki çok sevdiği, hayran olduğu aile dostları ailesini ve onu görmek için ziyarete gelmişti.
Nasıl mutluydu bu ziyaretimizden...
Sonra İstanbul uyudu, biz de onun yanına kıvrılıverdik.
Ziyaretler ziyaretler derken, dönüş günü geldi ve İstanbul kaprisli bir kadın oluverdi.
Belli ki, aslında bu kapris üzüntüsündendi.
İstemedi gitmemizi.
Anlattık ona, dedik "Ankara kendini yalnız hissetmesin, biz geliriz yine sana...".
"Zaten bensiz çok zor" bakışı attı, gözünü şöyle bir süzdü, "siz bilirsiniz" der gibi bir de burun kıvırdı, uğurladı bizi.
Şimdi Ankara'a doğru yoldayız.
İstanbul mu?
O bizi çoktan unutmuş, başkaları ile yeni aşklar yaşamaya başlamıştır bile...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

26 Eylül 2012 Çarşamba

İstanbul Kanatlarımın Altında

Bugün İstanbul'dayız. Hafta sonuna kadar burada olacağız.
Öncelikle bizim için çok önemli olan günümüzü bizimle birlikte hissederek geçirdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Her bir yorumun sıcacık kalplerden geldiği nasıl da belliydi.
Birkaç gün İstanbul'u gezip tozup, eş dost ziyaret edip Ankara'ya döneceğiz.
Bu yazımı yayınladıktan sonra Kanlıca'ya doğru bir uzanacağız.
Fotoğrafları Adosh'un bloğunda görürsünüz artık...
Şair'e sormuşlar Ankara'nın nesini seversin diye, cevap vermiş;
"İstanbul'a dönüşünü"...
Bana sorarsanız İstanbul'un nesini seviyorsun diye,
"Gezip tozup, İstanbul'u doya doya sevip okşayıp Ankara'ya dönüşünü" derim...
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

23 Eylül 2012 Pazar

25 Eylül, Biraz Benden...


Bugün benim doğumgünüm.
Bugün benim evlilik yıldönümüm.
Ben 1.7 kilo doğmuşum. Beni annem pamukları ısıtır, sarar ve öyle kundaklarmış. O zaman anlaşılamamış kalbimin dünyaya küs geldiği.
Doğuştan delik olan kalbim yıllar sonra sinyalini verdi ve ameliyat oldum. Sonra, evde geçirmem gereken 3 aylık istirahat dönemimde, hayatımın yönünü tamamen değiştirme kararı aldım. Bu karardan bir süre sonra, şimdi kendisi için " hem hocam, hem kocam" dediğim kişi ile hayatımı birleştirdim ve bugün 10. yılımızı kutluyoruz.




Bundan 14-15 yıl önce dünyada kimseye güvenilmeyeceğine inanırdım. En başta da kendime güvenmeyi bırakmıştım.
Hayatın çok zor olduğunu, her talihsiz olayın sanki benim başıma gelmek için sırada beklediğini düşünürdüm.
Sabahlara kadar ağlar, bütün bu yaşadıklarımın neden benim başıma geldiğini sorardım.
Sabahları şişmiş gözlerle uyanır, bugün beni neler bekliyor diye düşünürdüm.
Nedenlerini belki birgün, hazır hissettiğimde yazarım.
Çevremde artık hemen hemen kimseyi bırakmamış, tüm arkadaşlarım ile iletişimi kesmiştim.
O dönemlerde bir arkadaşım (artık kocam) beni kitap okumaya yönlendirdi.
Önce gönülsüz olarak kitap okumaya başladım, sonraları kitaplar yeni dünyam olmaya başladı. Zamanla eşimden çok şey öğrenmeye ve hayata başka bir yönden bakmaya başladım.
Hayatın renkleri değişmeye başlamıştı.
Siyah ve beyazın arasından başka renkler belirmeye başladı.
Güzeldi.
Hoşuma gitti.
Bu yeni dünya keşfetmeye değerdi.
Artık sürekli okuyordum.
Bulduğum bütün başarı hikayelerini okuyor, eğer onlar başarabildiyse, bende başarabilirim diyordum.
Birgün kendi başarı hikayemi oluşturmaya ve bunun için de hayatımdan mazeretleri çıkartmaya karar verdim.
O zamanlarda yirmili yaşlarımdaydım.
Bugün 41 yaşıma giriyorum.
Hayat bize en önemli tecrübelerimizi iyi günlerimizde değil, zor günlerimizde öğretiyor.
Bugün, bu iki önemli günde şükredecek ne çok şeyim olduğunu düşünüyor ve gülümsüyorum.
Hayat hiç beklemediğimiz bir anda önümüze kocaman bir hediye paketi atıveriyor. Bize sadece açmak kalıyor.
Kendime acımayı bırakıp, hayatımda neler olduğunu farketmeye başladığımda ki bunda okuduğum kitapların etkisi çoktur, herşey çok değişti.
Beni ben yapan kişi ile bugün 10. yılımızı kutluyoruz.
O benim hem hocam, hem kocam.
41. yaşımı aynı zamanda 10. cu yılımızı kutladığımız bugün benim için çok özel. Bana inandığın ve benden ümidini kesmediğin için sana minnettarım.
Kalbim artık dünyayla barıştı.
Kişiliğimde barındırdığım her rengi artık kabul ediyorum.
Hayatı artık tüm renkleriyle yaşamayı seviyorum.
En önemlisi artık kendimi seviyorum.
Beni, içine kendi kendime girdiğim kafesten çıkaran ve hayatla barıştıran biricik aşkım,
Seni seviyorum...
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

21 Eylül 2012 Cuma

Zamanın Di'li Geçmedi

Bugün, planladığımın dışında bir yazı yazmaya karar verdim.
Son yazımı hatırlayanlar bilir, geçmişten hatırladıklarımızdan, hatırlayınca gülümsediğimiz şeylerden bahsediyorduk.
Bu yazımda bunlara bazı eklemelerim olacak.




O dönemlerde de kalbimiz Atatürk denince farklı çarpar, yüreğimiz titrer, gurur ve onur duyardık. Törenlerde Türk Bayrağını kim taşıyacak yarışına girerdik. Bayramlarımızı heyecanla bekler, Türk Ordusunun kahramanlıklarını öğrenirdik.
Ve ilk olarak da Ata'nın gençliğe hitabını ezberledik.
Di'li gemiş zaman kullandığıma bakmayın. Şu dönemlerde aynı duyguları binlerce kat fazla yaşıyorum.
Yüreğim daha bir gür titriyor, damarlarımda akan asil kan daha bir güçlü coşuyor.
Ey Büyük Ata,
Varlığımızın en kutsal temeli olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetinin sonsuz bekçisiyiz. Bu karar, değişmez irademizin ilk ve son anlatımıdır. Gelecekte, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan döndüremeyecektir. Bizler, bütün hızımızı senden, ulusal tarihimizden ve ruhumuzdaki sönmez inanç ateşinden alıyoruz. Senin kurduğun güçlü temeller üzerinde attığımız her adım sağlam, yaptığımız her atılım bilinçlidir. En kıymetli emanetimiz olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti, varlığımızın esası olarak, eğilmez başların, bükülmez kolların, yenilmez Türk evlatlarının elinde sonsuza dek yaşayacak ve nesillerden nesillere devredilecektir. İstiklâl ve Cumhuriyetimize kastedecek düşmanlar, en modern silahlarla donanmış olarak, en kuvvetli ordularla üzerimize saldırsalar dahi, ulusal birliğimizi ve yenilmez Türk gücünün zerresini bile sarsamayacaktır. Çünkü, bu aziz vatanın toprakları üzerinde yetişen azimli ve inançlı Türk gençliği, dökülen temiz kanların ve Cumhuriyet devrimlerimizin aydın ürünleridir. Vatanın ve milletin selameti için her zorluğa iman dolu göğsümüzü germek, gerçek amacımızı olacaktır.
Ey Türk'ün büyük Ata'sı !
İstiklâl ve Cumhuriyetimizi korumak gerektiği zaman, içinde bulunacağımız durumlar ve şartlar ne olursa olsun, kudret ve cesaretimizi damarlarımızdaki asil kandan alarak, bütün engelleri aşıp her güçlüğü yenmek azmindeyiz.
Türk gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyetin ve devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için bütün zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.
Ne mutlu Türk'üm diyene!
- Posted using BlogPress from my iPad

20 Eylül 2012 Perşembe

Bir Zamanlar...

Sepet sepet yumurta
Sakın beni unutma,
Unutursan küserim,
Gözlerinden öperim.

S eviyorum ama kimi
E n tatlı birisini,
N asıl anlatsam bilmem,
İ lk harflerinden belli.

"Bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için..." diye başlayan hatıra yazıları...


Erol Evgin, Tarık Akan... gibi sanatçılara duyulan derin aşk dönemlerini hatırlayanlar, belli ki aynı kuşak çocuklarıyız :) Bu dönemleri hatırlayıp yüzünüzde bir tebessüm olduysa, haydi bu hatıraların sizde yaşattığı ilk duyguyu paylaşın :)
Sevgilerimle...

Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

18 Eylül 2012 Salı

O Artık Blogger...

Bugün size benim hayatımı değiştiren kişilerden birini tanıştırmak istiyorum.




Bu kişi benim için Tanrı'nın bir hediyesi.
Ondan çok şey öğrendim.
Hayatı, mücadeleyi, inandığın doğruların arkasından korkusuzca gitmeyi, bir insanın isterse neleri başarabileceğini ve daha birçok şeyi...
Bir gün bana şunu sordu: "Bir insanla bir kavak ağacı arasındaki fark nedir?"
Havadan sudan gereksiz konuşan biri değildir. Sohbetlerimiz bazen hayata attığımız köklerden başlar galaksideki yerimize kadar uzanır :)
Bazen benim küçük gri hücrelerimi o kadar zorlar ki, kendimi çok yorgun hissederim ve gözlerim şaşı olur.
Neyse, sorusuna verdiğim cevaba gelelim.
Kavak ağaçları şöyledir dedim, insanlar böyledir dedim falan ama yok, tabi sonuç olumsuz.
Sonra o kendi gözlemini açıkladı.
Kavak ağaçları ile biz insanlar arasındaki fark 'irade' dedi.
Bir kavak ağacı, "artık yeter benim bu kadar uzadığım" demez. Çünkü iradesi yoktur, genlerinden gelen özelliği sonuna kadar kullanır ve uzayabileceği son noktaya kadar uzar.
Biz insanlarda da o kadar çok büyük bir "olma" potansiyeli var ki, ama biz bunları kullanamıyoruz. Neden? Çünkü biz insanların iradesi var. Korkuları var. Genlerimizde olan, içimizde var olan gücü tam olarak kullanmamızın önüne geçen önyargılarımız var.
İşte böyle biri. Bu kişi aynı zamanda müthiş fotoğraflar çekiyor. Hayata baktığı yönü objektifi ile ifade ediyor.
Artık bir bloğu var, Sırt Çantamdan
Sizi kendisinden çok şey öğrendiğim, içindeki potansiyeli bir kavak ağacı mantığı ile kullanan bu özel insanla tanıştırdığım için çok heyecanlıyım.
Sevgilerimle...
Heyyfi...
Posted using BlogPress from my iPad

17 Eylül 2012 Pazartesi

Fotoğraf Albümlerimden, Paris

Paris'e birkaç kez gitmişliğim var ve bu gidişlerimden elde ettiğim ilk tecrübe şudur ki, eğer sevdiğinizle gidiyor ve romantizm bekliyorsanız aman ha öyle 40 kişilik bir arkadaş grubu ile gitmeyiniz.
Hemen sebepleri ile açıklayayım;
Eiffel Kulesine çıkıyorsunuz, tüm Paris bütün romantizmi ve görsel efektleri ile karşınızda, siz tam sevgili ile sarılıp seyre dalacaksınız ki gruptan bir arkadaşınız sesleniyor: "Aaaaaa şunu gördün mü?", "Bak bak, şurası bilmem neresiymiş!.."
Romantizm nerede?
Az önce çıktılar kendileri...
Paris'te en çok keyif aldığım şey, cadde kenarındaki kafelerde, küçücük masa ve sandalyelerde oturup sandviç yemek ve çay içmek.
Burada oturup şık şık gezen Fransız hanımlar ve beyleri gözlemlemek çok keyifli oluyor.
Ve tabi ki mutlaka krep yemelisiniz. İçine de çikolata ilave ettirdiniz mi tamamdır, böylece Paris daha da bir anlam kazanıyor :)
Bazı şeyler vardır ki, gittiğiniz yerlerde bunları yapmazsanız ve döndüğünüzde şunu yaptın mı diye sorduklarında "hayır" cevabı verirseniz, yüz kızartıcı suç işlemişsiniz gibi bakılmasını da göze alıyorsunuz demektir.
Sacre Coeur Bazilikası bunlardan biri. Hele ki oraya gidip de önündeki merdivenlerde fotoğraf çektirmeden dönerseniz, hayatta bazı riskleri göze alabilecek kadar cesursunuz demektir. (Bu arada fotoğrafta romantik(!) Paris gezisi grubumuzu görebilirsiniz).


Bu arada tabi ki Eiffel'li anahtarlıklar, cüzdanlar, tişörtler mutlaka alınacak ki; memlekete döndükten sonra bunları kullanıp Paris'te olduğumuzu dosta düşmana duyuracağız.
Arkadaşlarımdan biri oradan çok güzel bir bluz aldı ve döndüğümüzde aynısını sosyete Pazarı'nda gördük :)
Ve bu olaydan da şöyle bir sonuca ulaştık: 'Parisliler çok sosyetikler.'


Bu resim bir akşam eğlencesinden.
Evet, tabi ki mavili olan benim. Sanki grubun solisti gibi görünüyorum değil mi?


Veee Paris gecelerine akmaya devam. Muhteşem bir revüydü.
Paris'e gittiğinizde gezip görebileceğiniz çok yer var.
İkinci gidişimde Disneyland'e de gittik. Çocuklar gibi şendik. Masal kitabına girip, kitabın kahramanı oluyorsunuz sanki. Tabi bu arada adrenalinin tavan yaptığı anlarda sizin farketmeyeceğiniz şekilde, korkudan verebileceğiniz en berbat pozu verdiğiniz bir anda resminizi çekiveriyorlar. Bu resimlerde genellikle korkudan 5 karış açılmış gözleriniz ve ağzınız çıkıyor. Yani öyle çok fotojenik bir sonuç beklemeyiniz.
Ama tabii ne kadar iğrenç çıksanızda bu fotoyu da alıyorsunuz.
Neden?
Çünkü memlekete dönünce, ben Disneyland'e gittim ve orada da çok korktum, üstüne de tonla para verdim diyebilmek için :)
Neyse artık bitirelim.
Tekrar Paris'e gidecek olursam yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Yine de 40 kişilik grubum,
2- Revü kızları için birer nazar boncuğu,
3- " Bende var, gerek yok almaya" diyebilmek için önceden bana sattıkları korku filmi karakteri görünümlü fotoğraflarım.
Bir sonraki durağımız Singapur olacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

14 Eylül 2012 Cuma

Çizgi film karakteri olmak...

Bazen bir çizgi film karakteri olmak istiyorum. Hani üstüne kocaman kayalar düştüğü halde tekrar ayağa kalkan, yüksek uçurumlardan düşüp düşüp yine hayata dönüp kaldığı yerden devam eden, üstünde bombalar patlayıp patlayıp yine de canı hiç acımayan...
Ama değilim.
Etten kemiktenim.
Bazen ayağa zor kalkıp, hayata kaldığı yerden zor devam eden ve canı acıyan bir ölümlüyüm nihayetinde.
Bana insan diyorlar.
İnsanlar da çizgi film kahramanı olamıyor maalesef.
Neyse ben en iyisi yine kaldığım yerden devam edip, filmin sonunu merak edeyim.
Sevgilerimle...
Heyyfi...




- Posted using BlogPress from my iPad

13 Eylül 2012 Perşembe

Komşumdan mim geldi.

Ben çok kısa süredir blog yazıyorum.
Bir süredir bakıyorum, birileri birilerini mimliyor, cevaplar yazılıyor, sorular soruluyor.
Nedir bu mim derken, Deniz'in Yıldızı beni mimlemiş.
Blog hayatımın bu ilk "mim" deneyimi için Deniz'e kocaman teşekkürler.
Şimdi gelsin cevaplar.

1- Favori rengin?
En sevdiğim ve kendime en çok yakıştırdığım renkler siyah ve beyaz. Eskiden hayata da böyle bakardım, yani iki uçta. Yaş ilerledikçe aradaki renkleri de görüyorsunuz, seviyorsunuz :)


Bu arada yeşil de tercihlerim arasındadır.

2- Favori hayvan?
Atlar.
Atları çok severim.
Onları sessizce uzaktan izlediğimizde hayata dair birçok ipuçları alabiliriz.


Bu arada henüz ata binmedim :)

3- Favori sayın?
Belli bir favori sayım yok.
Ama cevap vermem gerekirse, 20.000 :)


Bu arada, bu rakamı öylesine yazmadım. Bana hedefimi hatırlatan bir sayı olduğu için yazdım :)

4- Favori içecek?
Tabi ki taze demlenmiş bir çay ve yıllardır kullandığım bitki çayım. Soğuk içeceklerle aram pek iyi değildir.


5- Facebook mu, Twitter mı?
Facebook.


Twitter kullanmıyorum.

6- Tutkunuz?
Dünyayı gezmek ve film izlemek.
Yeni yerler keşfetmeyi çok ama çok seviyorum.
Hergün mutlaka en az bir film izlerim.
Defalarca izleyip hâlâ tekrar izleyebileceğim filmler vardır.
Örnek: Click


7- Hediye almak mı? Hediye vermek mi?
En çok hediye almayı severim.


Ama iyi tanıdığım ve zevkini iyi bildiğim kişilere hediye vermek beni çok heyecanlandırır. Mecbur olduğum için birine hediye seçme çalışmalarından da nefret ederim.

8- Favori gün?
25 Eylül.


Doğumgünüm, evlilik yıldönümüm ve sonbahar olma özelliğini barındırıyor olması bu günü benim için özel kılıyor.

9- Favori çiçek?
Nergis.


Bu çiçeği o kadar çok seviyorum ki. Mevsimin serinliği, taze çay kokusu, nar ekşisi yeni eklenmiş patates salatası ve elinde bir demet nergis ile gelmiş bir konuk her şeye değer.

Sanırım şimdi benim de birkaç komşuyu mimlemem gerekiyor :)
Ayunun Seyir Defterinden
Otuz Şirin Yıl
Herdemlezzet
Elif'in Terazisi

Cevaplarınızı heyecanla bekliyoruz :)
Sevgilerimle...

Heyyfi

- Posted using BlogPress from my iPad

8 Eylül 2012 Cumartesi

Karadeniz'den Dönüş

Muhteşem bir rüyadan uyanmış gibiyim.
Evet, fiziksel olarak döndüm Ankara'ya fakat aklım hâlâ Karadeniz'de kaldı.
Biliyorum, tatilden de yazacağımı söylemiştim ama böyle bir imkan olmadığını tur başlayınca anladım. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar yaylalara tırmanınca, otele döndüğümüzde sorsanız adımı bile söyleyecek halim kalmıyordu. Bildiğiniz gibi 1 Eylül'de sırt çantalarım, ben, eşim ve ablam Trabzon'a ulaştık.
Turda birlikte olacağımız diğer arkadaşlar, rehberimiz ve transferimizi sağlayacak kişi ile ilk buluşma gerçekleşti.
İlk tanışma, meraklı bakışlar, bütün bir hafta birlikte olunacak kişilerin doğal olarak birbirlerini ilk anlama dakikaları derken transfer aracına yerleştik.
İşte böyle mesafeli bakışmalar, hafif tebessümler ve beden dili kullanılarak selamlaşılıp, tanışılan bir tur başladı.
Biterken; hayatımın en özel haftalarından birini yaşadığım dostlarımdan, kucaklaşarak, telefonlar alınıp verilerek, bir sonraki tur organizasyonları planlanarak ayrıldık.
İşte şimdi yazımın tam bu bölümünde, klavyemdeki hangi harfleri cümlelere dönüştüreceğimi bilemiyorum.
Yaşadığım bu muhteşem haftayı siz dostlarıma nasıl özet bir şekilde aktarabileceğimi bilemiyorum.
Önce transferimizi sağlayan Salih'ten bahsedeyim.
Siz de belki Karadeniz fıkralarının hayali olduğunu düşünenlerden olabilirsiniz.
O fıkralar gerçekte yaşanıyor. Salih de bu fıkraların gerçek kahramanlarından.
O hesapsız, direkt, samimi halleri onu ailenizden biri yapıyor.
Artık ayrılıp Ankara'ya dönerken bir kardeşden ayrılır gibi sarıldım ona.
Salih, artık duyduğum her Karadeniz ezgisinde yüzümü gülümsetecek ve yanımdakiler neye güldüğümü sorduğunda da "Aklıma bir dost geldi de..." diyeceğim cümlelerin gizli kahramanı olacak.


Rehberimiz Murat.
Henüz 27 yaşında.
O sadece Ves Turizmin rehberi değil bence.
Bence kendi yaşındaki birçok kişiye sağlam karakteri, vizyonu, işini yaparken kendinden de kattığı değeri, ölçülü ve zekice yaptığı esprileri ile rehberlik edebilir.
Gittiğimiz her yerde, ailelerinden biri gelmiş gibi karşılıyor insanlar onu. İşte buna iletişim sanatı deniyor.
Onu tanıdığım için gerçekten kendimi çok şanslı hissediyorum.
Tekrar tura çıkacağım zaman Murat'ın rehberliğinde olması ilk önceliğim olacak.


Tur arkadaşlarımdan da bahsetmek istiyorum.
Elif ve Yasin. İzmir'den geliyorlar. Onları tanıdıkça, hayat enerjiniz artıyor. Bu çift bana aslında hayatın hiçbirşeyi kafaya takacak kadar ciddiye alınmaması gerektiğini ve ânı yaşamanın en önemli şey olduğunu hatırlattılar.
Onları çok sevdik.
Hep yakınınızda olmasını isteyeceğiniz dostlar onlar.


Kuzenler Funda ve Sevil.
Ben de kendimi onların fahri kuzenleri ilan ettim. Çünkü böyle kuzenlerim olması büyük bir mutluluk olurdu.
Funda ile aynı frekansta espri yazıp oynayabilme ortak özelliğimizi keşfettik. Sevil ise yanında iken kendinizi iyi ve huzurlu hissedeceğiniz direkt biri.


Aslan ailesi, kendi halinde çekirdek ailemizdi. Yaylaların en tepelerine bile
en küçük Aslan'ı taşıyabilme yeteneğine sahiptiler.
Hacer hanım ve Kandemir hocamız aynı anda, aynı model fotoğraf makinaları ile aynı kareleri çektiler. Tabii bunu hocamızın mütemadiyen yaptığı espri sağanağı eşliğinde yapıyorlardı:)
Veeee yine İzmir'den Belgin Hocamız. Çılgın, fotoğraf sanatına gönül vermiş, gayet teknolojik, tehlikeli hiçbir aksiyondan kaçınmayan bir gezgin.


İşte böyle bir gurupla birlikte olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi.
Şimdi gelelim turumuza.
İlk gün Borçka'ya gittik. Aralık Köyü'nde, Laperla Pansiyon'da kaldık. Ne hoş bir isim değil mi? İnsanın doğacak çocuğuna bile isim olarak düşünebileceği tınıda. Ama tını sizi yanıltmasın. Anlamı lahana kesme tahtası:)
Macahel yaylasına çıkarken ablamın bize dönüp, "Ah keşke şimdi Carmina Burana çalıyor olsaydı, bu muhteşem manzarada iyi giderdi" demesinin ardından birkaç dakika geçmedi ki aracımızda bir türkü çalmaya başladı. Tabiki Salih'in seçimiydi bu:)
Türküde şöyle diyordu;
Oyna dik oyna,
Kollar çıbık olacak,
Horonla oynayanlar
Daha dik oynayacak... şeklinde bir Karadeniz türküsüydü bu.
Ablam Carmina Burana beklerken duyduğu bu çıbık kollu türkü ilk önceleri onu pek memnun etmedi.
İkinci gün tempo tutmaya başladı.
Üçüncü gün, ablam dönünce Karadeniz türküleri dinlemenin planlarını yapıyordu:)
Şaka bir yana Karadeniz'in büyüsü içinizde kocaman bir yer kaplıyor.














Borçka, Macahel, Şavşat, Batum, Ayder, Uzungöl, Sümela, birçok yayla, şelale ve insanı hayretlere düşüren muhteşem doğa...
Hücrelerimin tazelendiği, zihnimin dinginleştiği ve kelimelerle ifade etmemin çok zor olduğu rengarenk duyguların ruhumu sardığı muhteşem bir haftaydı.
Tatil anlayışınız her ne olursa olsun, eğer gitmediyseniz mutlaka Doğu Karadeniz turlarından birine katılın.
Verebileceğim tek garanti, bu tatilden asla aynı kişi olarak dönmeyecek olmanızdır.
Eşimle aldığımız karar her sene bir kez de olsa Karadeniz tazelenmesi yaşamak.
Çok sevdim.
Çok etkilendim.
Tazelendim.





Çok teşekkürler Murat, Salih ve tüm grup arkadaşlarım.
Artık her sene Karadeniz beni çağırıyor olacak.
Biliyorsunuz yazılarımı bitirirken gelenek olarak tekrar gittiğimde götüreceğim 3 şeyi söylerdim.
Bu geleneği bu yazıda bozmam gerekecek. Çünkü eğer Karadeniz'e gidiyorsanız herşey zaten doğal ortamında fazlasıyla var.
Tekrar Karadeniz'e gittiğimde yanımda götürmeyeceğim 3 şey:
1- Gereksiz yere kendime yük ettiğim telaşelerim,
2- Önyargılarım,
3- Topuklu ayakkabılarım.
Daha önce söz verdiğim gibi bir sonraki yazımda fotoğraf albümlerimden Paris yansıyacak.
Sevgilerimle...

Heyyfi

Posted using BlogPress from my iPad