Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Çayım Taze 1 Yaşında...

Çayım taze bugün 1 yaşında ama, çay demini daha yeni yeni alıyor :)
1 yıl önce bugün, eşime "artık kitabımı yazmaya başlamak istiyorum" demiştim.
Her zamanki akılcı ve çözüm üreten küçük gri hücreleri devreye girdi ve bana "neden önce blog yazmakla başlamıyorsun?" dedi.
"Blog mu?"
"Evet, blog. Orada paylaşırsın öncelikle kaleminden dökülenleri"
"Ama ben anlamam ki bu blog işlerinden, bu teknolojik aletlerle seviyeli bir ilişkim var benim"
"Sen başla, hepsi olur zamanla" dedi, sürekli gülen gözlerle bakan ve hayran olduğum adam...


İlk yazımı yazmak için klavyenin başına geçtiğimde, sanki kocaman bir konser salonunda izleyicilerin karşısına atılıvermişim gibiydi, eteklerimi yanlardan çekiştirirken bir türlü ilk kelimeyi bulamayıp korkudan ağlamak üzere olan bir kız çocuğu gibi...
İlk takipçim cafenohuttu, sanki ilk alkış ondan gelmişti :)
Bana şans getirdi...
O ilk alkış sesinin desteğiyle yeni yazılar geldi peşisıra...
Sonra Deniz ile tanıştırmak istedim sizleri...
Deniz size kendini anlattıkça hafifledi. Yüklerini paylaştı, gülümsedi...
Sizlere de sevgilerini göndermemi istedi :)
Geçen bir yılın ardından, blog yazarı arkadaşlarımdan öyle dostluklarım oldu ki, hepsi benim için çok kıymetli ve özel...

Kitabımın yazım aşamasının her anında herbirinizin o kadar büyük emeği var ki...
Yorumlarıyla bloğumu destekleyen dostlarım, okumak için çaya gelen misafirlerim, her biriniz benim kahramanlarımsınız...

Teşekkür ederim;
Biricik aşkıma,
Aileme,
Dostlarıma,
Her an yanımda hissettiğim blog yazarı arkadaşlarıma...

Hayat başladıysa benim için 43 yıl önce, tutamam, durduramam, yok sayamam...
Ancak kocaman sarılabilirim kollarımı açarak, bir zamanlar amansız bir düşman ama yıllar sonra dost olabildiğim hayata...
Ben ve yakın dostum hayat, biz hep burada olacağız. Her daim sıcak ve taze demli çayımız, iki lafın belini kırdığımız dostluklarımız...
Bu ne büyük bir zenginliktir... Taze çayım, dostlarım, kelimelerim...

Dilerim ki, "Sevgilerimle... Heyyfi..." diye biten yazılarım için, kelimelerim, çayım ve dostlarım daim olsun...

Sevgilerimle...
Heyyfi...



- Posted using BlogPress from my iPad

9 Temmuz 2013 Salı

SON NOKTA...

Küçük kız ağlamaktan kızarmış gözlerle koşarak eve gelmiş, kendini camın hemen kenarındaki koltuğa atmıştı. Annesi telaşla neler olduğunu anlamaya ve kızını sakinleştirmeye çalışıyordu.


"Kızım biraz sakin ol, ne oldu anlatsana bana..."
Kız hıçkırarak ağlıyor, bir yandan da kelimeleri biraraya getirmeye çalışıyordu.
"Sinem var ya..."
"Evet, sıra arkadaşın değil mi?"
Küçük kız, ani bir çeviklikle hızla uzandığı kanepeden kalkmış, annesinin yaptığı çok önemli bir hatayı düzeltmek istercesine gözlerindeki yaşı hızlı ve sert hareketlerle silip, ağlamasına ara vermişti.
"Hayır anne, Sinem benim sadece sıra arkadaşım değil, en yakın arkadaşım aynı zamanda..."
Annesi kızının bu sinirli ama sevimli hallerine gülmek istese de ciddiyetini korur görünerek sormuştu: "Eee ne olmuş Sinem'e?"
Kız ağlamasına kaldığı yerden devam ederek: "Ankara'ya taşınıyorlarmış, o gidince ben çok yalnız kalacağım."
Annesi 9 yaşındaki kızının çok acı çektiğini görüyor ve onu teselli etmek istiyordu. Kızının çektiği acı, küçük omuzlarına ağır geliyordu belli ki...
"Biraz konuşalım mı seninle?" dedi annesi şefkatle.
Küçük kız yüzünü yastığa gömmüş, hem hıçkırarak ağlıyor hem de annesinin ne söyleyeceğini merak ediyordu.
Yavaş haraketlerle yerinden kalktı ve annesine kıpkırmızı gözlerle bakmaya başladı.
"Bak kızım" dedi annesi, "hani dil bilgisi dersinde öğrendiniz ya geçenlerde, cümlenin sonuna nokta konur."
Küçük kız, ağlamayı unutmuş, annesini şaşkınlıkla dinliyordu.
"Evet, ne ilgisi var şimdi dil bilgisi dersinin Sinem'le?"
"Cümle sonuna konulan nokta, aslında yeni bir cümlenin başlayacağını gösterir. Cümleleri anlamlı kılan da içinde kullanılan noktalama işaretleridir. Hayatta da böyledir benim küçük kızım. Bir cümle gibi. Başımıza gelen her olay bir noktalama işareti gibidir. Hayatımızı anlamlı kılar ve yön verir. Sinem'in Ankara'ya taşınıyor olması, sadece bir nokta hayatında. Tatillerde gelecekler, belki biz de Ankara'ya gittiğimizde onları ziyaret ederiz. Şimdi senin için hayatında yeni bir cümle başlayacak. Zamanla tanıyıp, çok seveceğin yeni arkadaşların olacak. Hem unutma, yeni bir cümlenin başlaması, bir önceki cümleyi yok etmez öyle değil mi?"
Kızının biraz daha sakinleştiğini gören anne mutluluk ve şefkatle küçük kızına sarıldı. Sonra kendi hayatını düşündü. Ne çok noktalar vardı hayatında. Kızına henüz anlatmadığı ama vakti geldiğinde kendisi gibi kızının da öğreneceği bir nokta daha vardı. Bu işaret, kızının babasıyla olan ilişkisinin sonunda da vardı...
Sonu gelen bir kitap gibi...
Bitmek gibi...
Gitmek gibi...
Son nokta gibi...

Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

3 Temmuz 2013 Çarşamba

MUTLU SON...

O anda tüm kanımın vücudumdan çekildiğini hissettim. Komşu kadının anlattıklarını hayalimde canlandırmaya çalışsam da zorlanıyordum. Benim gibi hayal gücü geniş bir çocuğun bile sınırlarını zorlar nitelikteydi duyduklarım...


7 yaşlarındaydım. Komşumuz çay içmek için bize gelmişti. Çok severdim annemin komşu teyzelerle yaptığı dedikoduları dinlemeyi. Ben yokmuşum gibi, duymazmışım ve hatta hissettmezmişim gibi davranırlardı. Bende bu görünmezlik oyununda katılırdım onlara. Her zerreme kadar orada olurdum ama yoktum da...
Dedikodular bitmiş, komşu teyze dün başına gelen olayı anlatıyordu.
- Ah sorma Firdevs'ciğim, bizim balkonun demirlerine bir köpek sıkışmış bir türlü çıkaramadık. Oradan çektik, buradan ittik ama yok... Nasıl ağlıyor hayvan. Sonra baktık olacak gibi değil, poposuna sopayla hızlıca vurduk. Can havliyle kaçtı kurtuldu hayvancağız...

Dondum...
Duyduklarıma inanamadım.
Komşumuz bir cani miydi, yoksa melek mi?
Eğer bu köpek oradan çıkabilmeyi başarabildiyse bunu neden kendiliğinden yapmamıştı?
Neden bu kadar büyük bir acıyı beklemişti kaçıp kurtulmak için?..

O gün, evimizde duyduklarım ömrüm boyunca hep zihnimde tazecik kalacaktı.
Yetişkin bir kadın olduğumda bile, defalarca sıkışacaktım balkon demirlerine. Canımın çok yanması gereken zamanlar olacaktı gücümü anlamak için.
Bu yaşadıklarım balkon demirlerinden kurtulmanın aslında bir seçenek olduğunu öğretecekti bana...

Hala cevapsız bir soru var zihnimde.
Komşumuz cani miydi, melek mi :)

Sevgilerimle...
Heyyfi...


- Posted using BlogPress from my iPad