Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

19 Ocak 2014 Pazar

ÖYLE GİBİ...


Funda, çalan telefonun ekranında gördüğü isimle çok heyecanlanmıştı.
Arayan çocukluk arkadaşı Sevda'ydı.
Hafta sonu için İstanbul'a geleceğini, yıllardır uzak kaldığı diğer arkadaşlarını da görmek istediğini söylemişti.
Funda ulaşabildiği diğerlerine de haber vermiş, güzel bir akşam yemeği organize etmişti.

Akşam, saat 19:30'u gösterirken eski arkadaşlar toplanmaya başlamıştı.
Herkes, hayatlarındaki değişimlerden, gençlik yıllarına olan özlemden, birlikte geçirilen güzel günlerden, unutamadıkları gençlik aşklarından bahsediyordu...

Artık yemeğin ortalarına gelinmiş ve sohbet iyice koyulaşmışken, yanlarına gülerek yaklaşan esmer erkek hepsinin yüzünde kocaman bir şaşkınlık ve mutluluk yaratmıştı.
Gelen Timur'du...
Özlemle kucaklaşmanın ardından, yıllar önceki günlerden birini yaşıyormuş gibi çocukluk yıllarına geri dönmüşlerdi.

Bir an beliren sessizlikten yararlanan Timur'un ağzından çıkan sözler, grupta anlık bir şok etkisi yarattı.
Timur, Sevda'ya olan ve yıllardır yok olmayan aşkını itiraf ediyordu. Herkes gibi Sevda da olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Sevda ne diyeceğini bilemeden yanındaki diğer arkadaşlarına baktı. Gördüğü tek şey, kendisi gibi şaşkınlık içinde bakan gözlerdi.
Sessizlik büyüdü, kimse tek kelime bile edemiyor, bu sancılı suskunluğu birinin bozması için çaresizlik içinde bekliyordu.
İçlerinden bazıları, Timur'un yüzüne bakmaya cesaret etmişti. Bu genç adamın, yüreğinde yıllarca biriktirdiği aşkı bir çırpıda paylaşmış olmasının ardından neler hissettiğini anlamaya çalışıyorlardı...
Timur'un gözlerinde hiçbir pişmanlık işareti yoktu... Hatta, kolay kolay herkesin cesaret edemeyeceği bir eylemi yapabilmiş olmasının arkadaşları arasında yaratacağı etkiyi düşündükçe bakışları daha da güçleniyordu.
Aslında Timur da, Sevda'da evliydi. Zaten Timur'un da tek istediği, yıllardır içinde duran bu duyguyu sahibine iletmekti. Hepsi buydu...



Herkes, sanki bir çocuğun saf aşkını ilan etmesine tanık olmuş gibi, durum üzerine espriler yapmaya başlayınca, masada beliren şaşkınlık hali yerini kahkahalara bırakmıştı. Belki de bu karışık durumdan sıyrılmanın en kolay yoluydu bu...
Daha ilk itirafın etkisi geçmeden, bir yenisi daha gelmişti...
"Senin için her yere gelebilirdim Sevda, yeter ki çağırsaydın..."
Hepsinin zihninde, "Timur, yıllar önce duygularını açıklasaydı neler olabilirdi?" konulu senaryolar belirmiş olmalıydı...
Bu sorunun cevabı hem çok kısa, hem de çok uzundu aslında...

Yemek bitmiş, herkes evine dönmüştü.
Timur, çocukluk anılarına emanet etmişti yıllar sonra da olsa söyleyebildiği aşkını...

Timur'un Sevda'ya olan aşkı, eski bir tablonun hiç solmamış renkleri gibiydi. Öylece, ilk haliyle, parlaklığıyla duruyordu. Hiç değişmeden, en saf haliyle saklamıştı duygularını...
Belki de, aşk böyle yaşandığında bitmiyordu. El değmeden, korunarak, ulaşamadan...
Herkesin hayalini kurduğu "mutlu aşk" bu muydu?
Sandıklarda saklanan, kimsenin bilmediği, sadece bize ait, her biri başka başka anıların sembolü olan eşyalar gibi... Üzerindeki sandık lekeli bez açılıp, içindekine uzun uzun bakıp, hatıraların soluk soluğa yaşanıp, tekrar sandığın en derin köşesine saklanan bir anı gibi... Sandık kapağı tekrar kapandığında hissedilen ve ne olduğu tam olarak tarif edilemeyen duygular gibi... Heyecandan çırpınan yüreğin, boğazdaki düğüme karışması gibi... Özlemden akan iki damlanın, bağıra bağıra ağlamak isteğiyle yarışması gibi... Gürleyerek, çakarak, toprağı dövercesine yağmak istemesi gibi...
Aşık olmak gibi...
Hiç bitmeyecekmiş gibi...

- Posted using BlogPress from my iPad