Neden "Çayım taze..."?

Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...

Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)

Heyyfi

31 Ekim 2012 Çarşamba

Biraz Benden - 2

Bu yazımda dedemden ve ismini aldığım anneannemden bahsetmek istiyorum, onların birbirlerine olan o büyük sevgisinden.
Dedem ve anneannem, çocuklarını büyüttükleri, yeni nesillerin dünyaya gelip onların da yeni nesillerini dünyaya getirdiği büyük bir bahçe ve bu bahçe içinde huzurlu, sürekli büyüyen, birbirine bağlı bir aile bıraktılar ve bu dünyadan gittiler.
Ben yazımda, giderlerken bile ailelerine bıraktıkları mesajdan bahsetmek istiyorum.
Soğuk bir kış günü, İstanbul'dan haber gelir bu küçük Karadeniz şehrindeki bahçeye. Ailenin büyük oğlunun, eşiyle arasında problem vardır. Dedem aralarındaki problemi düzeltmelerinde aracı olmak üzere bir otobüs bileti alır. Gidiş zamanına az bir zaman kala anneannem "sen dur" der, "gitme şimdi, bu soğuklarda sen kendine dikkat edemez, üşütürsün. Ben giderim."


Anneannem alır bileti, düşer yollara.
Otobüse biner. Sanırım yol boyunca bu olayı nasıl düzelteceği, bahçede bıraktığı kıymetlileri üşüyorlar mı, toklar mı gibi birçok düşünce geçmiştir kafasından.
Yol kaygan olduğu için otobüs Tuzla köprüsünden aşağıya uçar.
O zamanlar cep telefonları, TV falan yok tabii. Annemler konu-komşudan duyarlar böyle bir kaza olduğunu. 17 kişinin öldüğü ve çalışmaların devam ettiği söyleniyordur.
Çaresizlik ne acı bir zincirdir. Bağlar insanın elini ayağını.
Hemen dayımlar ve teyzemler koşar giderler olay yerine.
Anneannemi kurtarmaya çalışan askeri bulurlar.
Anneannem hemen ölmemiş, su istemiş, belki de bahçeden sesler duymak istemiş o anda. Son bir ses.
Sesler ona ulaşamadan, son nefesini vermiş.

Acı, bahçeye çöreklenmiş ve oturmuş. Artık o bahçede hiçbir şeyin aynı olmayacağının haberiymiş bu.
Olmamış da.
Dedem her gün evdekilere, "kahveye gidiyorum" diyerek evden çıkıyormuş.
Sonra anlamışlar ki hergün sevgilisinin, aşkının yanına mezara gidiyor ve onunla konuşuyormuş.
Anneannemin ölümünün 62.günü dedemi sevdiğinin mezarı başında, ölü bulmuşlar.
Buluşmuşlar.
Onlar gittikten sonra doğan ilk erkek torun dedemin ismini, ilk kız torun olan ben de ananemin ismini almışız.

Şimdi beni görebiliyorsanız canım dedem ve anneannem, size karşı başım önde. Dik tutamıyorum.
Çünkü artık bahçede kavgalar var, huzur yok.
Elimden gelen birşey de yok.
Zaman zaman rüyalarımda, hiç görmediğim anneannem olup o bahçede uçuyorum. Huzur dolu, aile dolu günleri yaşıyorum.
Ama elimden birşey gelmiyor.
Bahçede çiçekler kurudu. Aile kalmadı.
Parsellendi, sınırlar çizildi. Çizilen bu sınırlar, toprakla birlikte aileyi de böldü. Tanımadım sizi ama, keşke burada olup, bu sınırları çekip, söküp, bir ayrıkotu gibi işe yaramaz otların arasına atsanız. Atsanız da tekrar bahçe olabilsek.
Giderken bile bıraktığınız mesajınızı bahçe sakinlerine anlatabilsem.
Ne güzel olurdu.
Sizi seviyorum.
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

29 Ekim 2012 Pazartesi

Ben Ata'ma Söz Verdim!

Atatürk, Cumhuriyet'in kuruluşunun 10.yılının kutlandığı 29 Ekim 1933 tarihinde verdiği Söylev'de bu bayramı en büyük bayramımız olarak duyurmuştu.
Biz de Bayram tatili sebebiyle ailemizin yaşadığı küçük bir şehirdeydik. Akşam 29 Ekim'in, yani en büyük bayramımızın kutlamaları ve fener alayı vardı. Annem, orada olup Cumhuriyetimize ve Ata'mıza vefa borcumuzu haykırarak, gururumuzu ve heyecanımızı seslendirmemiz gerektiğini söyledi. Dalgalandıracağımız bayraklarımızı da temin ederek bizi ve tüm aileyi topladı ve fener alayına gittik.




Annem 65 yaşında ve Ata'sı için, bayramı için haykırırken gözünden yaşlar geliyordu. Ben 41 yaşındayım. Yıllarca okullarda bu bayramlarımızı belli rutinlerle hep kutladık. Bu, o kadar normal bir olaydı ki. Çünkü biz Türk gençleriydik ve Ata'mızın bize hediyesi olan Cumhuriyet Bayramımızı kutluyorduk. Bundan doğal ne olabilirdi ki. Evet gurur duyardık, heyecanlanırdık, yeni ütülenmiş önlüklerimiz, kolalanmış yaka ve manşetlerimizle kutlamalara katılırdık. Her yıl bayram gelmeden uzun süre önceleri hazırlıkları ve heyecanları başlardı.




Bugünlerde bakıyorum da, hazırlıklardan önce bu yıl kutlamalar var mı yok mu soruları başlıyor. Burası işte kanımın donduğu, boğazımda birşeylerin düğümlendiği anlar oluyor.
Pardon ama hiç kimse kusura kalmasın.
Kutlayacağım tabi ki en büyük bayramımı.
Ata'ma sözüm var.
Yıllarca her sabah İstiklal marşı'nın peşinden Ata'ma içtiğim andım var.
Her sabah bu sözü vererek girdim ben sınıfıma.
Kimse kusura kalmasın kardeşim.
Sözümü tutacağım.
Ata'mdan bunu öğrendim ben.
Değerlerime sahip çıkmayı, korumayı, kollamayı öğrendim.
Ve her sabah içtiğim andın sonunda da şöyle haykırdım:
"Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne Mutlu Türk'üm Diyene!"
Sevgilerimle...
Heyyfi...
- Posted using BlogPress from my iPad

27 Ekim 2012 Cumartesi

Mim Cevaplarım

Arkadaşlarım beni mimlemişler. Öncelikle kendilerine teşekkür ediyorum ve başlıyorum cavaplamaya...
Öncelikle, her yazısını büyük bir keyifle okuduğum, güzel yürekli blog yazarı canım arkadaşım Sevil'in Denizi tarafından gelen soruya:
Mutfağındaki 3 kırıntı nedir?
Benim için olmazsa olmazlar; mutfak duvarlarımı süsleyen resimler, bitki çayları hazırlamak için kullandığım demlik, tabi ki her daim taze olan çayım için porselen çaydanlığım :)
Bu arada bu kırıntılarımın resimlerini paylaşamadım, çünkü bu yazıyı yazarken evimden kilometrelerce uzaktayım :)
Başka bir zaman paylaşmak üzere...

Diğer bir mim de sevgili Cafe Kadın tarafından gönderilmiş. Büyük bir keyifle bunları da cevaplayayım efendim :)
1- Çantamdaki 5 şey
Cüzdanım
Bitki çayım
Rujum
Telefonum
El kremim
2- Odamdaki favori 5 şey
Uzun oturmayı sevdiğim için rahat bir koltuk
TV
Kitaplık


Diğerleri olsa da olur olmasa da :)
3- Bu ay planladığım 5 şey
Aile ziyareti için şehir dışına çıkmak
Kışlıkları çıkartmak
Aynı üniversitede okuduğumuz arkadaşlarımız ile 20 yıl sonra tekrar biraraya gelmek
Brezilya fönü yaptırmak
Bütün kız arkadaşlarımı toplayıp çay ve simit partisi yapmak
4- Almak istediğim 5 şey
Satın almak istediğim özel bir şey yok
Almak istediğim bazı kararlar var onları alacağım. Önce kararı alalım ki sonra hareket başlasın, değil mi? :)
Arkadaşlarıma tekrar çok teşekkür ediyor ve ben de bu mimleri cevaplamak isteyen tüm arkadaşlarıma paslıyorum.
Sevgilerimle...




- Posted using BlogPress from my iPad

19 Ekim 2012 Cuma

Fotoğraf Albümlerimden, Singapur

Singapur'a gitmeden önce ne yalan söyleyeyim, biraz önyargılıydım. Sanırım daha önce Bangkok serüvenimden aklımda kalan bir araba dolusu haşere atıştırmalıkları bu önyargıya sebep oldu.
Daha Singapur havaalanına indiğimiz an kendimi alt çenem yere yakınlaşmış bir şekilde hayretler içinde buldum. Havaalanına botanik bahçesi yapmışlar ve burayı da steril bir laboratuvar kadar temiz tutmuşlar. Sanki ömrümün sonuna kadar bu havaalanında yaşayabilirdim.
Şimdi gidip en yakınınızdaki bir kız çocuğunun peri masalları olan kitabını alın ve sayfalarını çevirin. Orada gördüğünüz resimlere iyice bir bakın. İşte Singapur böyle bir peri masalı ülkesi gibi.
Universal stüdyolarını gezdik.


Singapur geceleri...


Hayvanlarla epeyce yakınlaştık. İlk kez bir yılana dokundum. Onlar için çok üzüldük.


Otelimizin 61. katından, Adosh'un objektifinden Singapur.


Singapur'a gittiğinizde yemek ile ilgili sıkıntınız olmaz. Her çeşit yiyecek var.
Sokaklarda gezerken en çok, insanların sürekli gülüyor olması dikkatimi çekti. Herkes gülüyor, birbirine gülümsüyor.
Çünkü sokaklarda ülkemizdeki kahvehaneler sıklığında masaj salonları var. Adam alışverişten dönerken hemen oracıktaki küçücük bir salona giriyor, kısacık bir masaj yaptırıyor, poşetlerini alıp evine gidiyor. Ee, karısı da iş çıkışı masajını yaptırıp gelmiş. Şimdi bu evde bırakın aile içi şiddeti, aile dışı şiddet bile imkansız. Herkes mutlu, zengin, relax. Bizler için çok sıkıcı tabiki. Bu ülkede hiç adrenalin yok :)
Bir günümüzü Sentosa adasını gezmeye ayırdık. Şimdi bir anımı anlatmalıyım efendim.
Singapur'dan adaya gitmek için trene benzer bir araca bindik. Adanın ilk durağına geldiğimizde dışarıda bir Singapur'lu bize doğru sanki yıllardır görmediği bir arkadaşını karşılamaya gelmiş gibi el sallıyor. Tabi ben de el salladım. Neler olup bittiğini anlamaya ve yorumlamaya çalışırken ikinci durağa geldik ve az önceki Singapur'lu arkadaşım ile aynı kıyafetleri giymiş olan başka bir Singapur'lu yine bize el sallıyor, gülüyor ve bunu müthiş bir heyecanla yapıyor. Anladık ki bu, adaya hoş geldiniz karşılamasıymış. Bu görevli kişiler gelen turist trenlerini böyle karşılayarak Singapur misavirperverliğini gösteriyorlarmış.
Şimdi burada bana asıl ilginç gelen şuydu sevgili dostlar; bu işi yapan kişiler bir görev yapıyormuş gibi değil de gerçekten sevdiklerini karşılar gibi içtenlerdi.
Kısacası Singapur'da mutluluğun resmini çizmişler.
Tekrar Singapur'a gidecek olsam yanımda götüreceğim 3 şey:
1- Biraz adrenalin yaşasınlar diye birkaç orjinal Recep İvedik karakteri,
2- Sentosa adasına gittiğimizde, karşılama ekibine mahcup olmamak için Bursa Kılıç-Kalkan ekibini,
3- Biraz rahatlamaları için sinirleri iyice gerilmiş siyasetçilerimizi.
Sevgilerimle...
Heyyfi...



- Posted using BlogPress from my iPad

17 Ekim 2012 Çarşamba

GÜL VE BÜLBÜL

Annem zaman zaman hikayeler anlatırdı. Hâlâ bu hikayelerin dilden dile dolaşan bir rivayet mi, yoksa annemin hayal dünyasının bir ürünü mü olduğunu bilmiyorum. Ama ondan bu hikayeleri dinlediğimde de, başkalarına anlatırken de çok keyif alıyorum.
Birgün bahçemizde gezerken, annem güllerin yanına geldiğimizde ve hiç de beklemediğim bir anda bana "sen gül ve bülbülün aşkı nasıl başlamış biliyormusun?" diye sordu.
Hayır dedim. Ve anlatmaya başladı.
Bir gün tüm çiçekler arasında bir haber duyulmuş. Bülbül gelip çiçekler arasından kendisine en beğendiği çiçeği seçecekmiş. Çiçekler için tek sıkıntı bülbülün geleceği saati bilmiyor olmakmış. Bütün çiçekler en güzel hallerini alarak açmışlar ve tazecik görünmek için tüm güçlerini kullanmaya başlamışlar. Bülbül geldiğinde en taze, en muhteşem görüntüyü vermek istiyormuş hepsi. Gün bitmiş, geceye dönmüş ama ne gelen var, ne giden. Artık tüm çiçeklerin uykusu gelmiş ve yorgun düşmüşler. Solmaya başlamışlar. Uykuya artık dayanamıyor, yine de var güçleriyle uyanık kalmaya çalışıyorlarmış. Malum, bülbül her an gelebilir...
Gül, bu durumu hiç umursamamış, uykusu gelince de "beni olduğum halimle severse ne ala, aksi halde umurumda bile olmaz" demiş ve derin bir uykuya dalmış. Diğer çiçekler sabaha kadar dayanmış, beklemiş ve hâlâ güzel ve canlı görünmek için uğraşıp durmuşlar. Maalesef sabaha karşı hepsi solgun ve perişan bir haldeyken gül uyanmış. Işıltılı, dinlenmiş, tazecik ve mis kokulu.
Veeee bülbül şakıyarak görünmüş bahçede. Çiçekleri şöyle bir selamlamış ve o arada gözü tazecik açmış güle ilişmiş. O muhteşem güzellik karşısında hemen oracıkta güle sonsuz bir aşk ile bağlanmış.


İşte gül ve bülbül aşkı hikayesi annemin gözünden böyleydi. Bana vermek istediği mesaj neydi bilmiyorum ama ben şunları aldım.
Her şart altında doğru bildiğinden şaşma.
Başkaları için yaşama.
Doğru zamanda doğru yerde ol...
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

13 Ekim 2012 Cumartesi

İzmir Zenginliği...

Biliyorum uzun süredir ne birşeyler yazabildim, ne de yazılanlara yorum yapabildim. Çünkü 10 günlük İzmir seyahatimiz başladı ve devam ediyor.
İzmir'de geniş bir ailem var. Bu ailenin bir kısmı yakın akrabalar bir kısmı da yakın arkadaşlar.


Burada iki ablam ve eniştem yaşıyor. Kalpleri o kadar sıcak ki onların yakınlarında olmak bile size huzur veriyor. Ankara'dan bizimle gelen diğer ablamız da bize katılınca "kardeşler zirvesi" yaşandı.


Çok özel dostlar ziyaret edildi.


Biz İzmir'e henüz gelmeden sabah kahvaltıları, öğlen ve akşam yemekleri, kahve saatleri organize edilmişti. Gittiğimizde herkes kendi gününü söylüyor ve biz bu organizasyona büyük bir keyifle katılıyorduk. Bu ne büyük bir zenginlik diye düşünmeden edemiyorsunuz. Dost zenginliği kadar eşsiz bir zenginlik varmıdır ki?


Balıklar yendi, sohbetler edildi, ne çok özlenildiğinden, birbirimizin varlığından dolayı ne şanslı olduğumuzdan konuşuldu.
Blog arkadaşlığı ile başlayıp sonra İzmir'de tanıştığım arkadaşlarım vardı.
Canım ayucuğum ile kahve içtik, iki lafın belini kırdık ve çok keyifli anılar biriktirdik.
Ayucuğum ile yazarak, telefonla iletişim kuruyorduk zaten. Fakat ilk kez biraraya gelip kahve içtik. Yaşamaya değecek bir gündü. Önce kırk yıllık dostlar gibi benim almam gereken bazı şeyleri almak üzere alışverişe giriştik. Ne keyifliydi. Zaten biz biribirmizi yıllardır tanıyor gibiydik. Bazen iki insanın birbirini tanıması için uzun yıllar geçirmesi gerekmiyor.
Bizim bir de burç kardeşliğimiz var tabi :)
Kendini beğenmişlik yapmak istemem ama biz terazi burcuyuz :))
Arkadaşım bana ve Adosh'a çok güzel kupalar almış. Bayıldımmm.
Bizim evde en çok kullanılan şeydir bunlar. Çünkü biz evimizde sürekli protein shakeleri ve bitki çayı içeriz. Ancak bizi çok iyi tanıyan biri böyle bir hediye alabilirdi. Canım dostum, o kadar zarifsin ki...
Oradan çıkıp sevgili Mazes'in yanında aldım soluğu. Ablam ile birlikte gittik. Mazes, dünyalar tatlısı, olduğu gibi, doğal, hemen güven duyabileceğiniz çok tatlı biri. Birbirimizi görür görmez sarıldık. Sanki uzun yılların hasretini giderir gibi. Konuştuk, konuştuk, konuştuk. Zaman nasıl hızla geçmiş anlamadık bile.
Seni çok sevdim Mazes'im. Hayat hikayen bana ilham verdi. Çok güçlü bir kadınsın. Bence herkes seni tanımalı ve hikayenden ilham almalı...
İşte böyle geçiyor İzmir seyahatimiz. Pazar günü de Karadeniz turundan tanıştığımız arkadaşlarımız ile birlikte olacağız.
Bu seyahat boyunca yazılara yorum yazamasam da kalbim sizlerle sevgili dostlarım, açığımızı Ankara'ya dönünce kapatırız artık.
Böylesine zenginlik dolu geçen bu İzmir seyahati, "şükredilecekler" listeme birçok şey daha eklememe neden oldu.


Çok mutluyum ve kendimi çok şanslı hissediyorum.
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad

Location:Güzelyalı, İzmir, Türkiye

7 Ekim 2012 Pazar

Canım Dostum Bugün Doğmuş...


Bugün 7 Ekim. Benim için bu tarihin sarı sonbaharın ilk günleri olması dışında bir anlamı yoktu.
Ama artık 7 Ekim benim için çok anlamlı. Çünkü ayucuğumun bugün doğum günü. Çok yeni tanımama rağmen gerek yazdıklarından gerek telefon konuşmalarımızdan öğrendiğim birşey var ki, o da ayucuğumun arkadaşı olmak çok büyük bir ayrıcalık. Seni çok seviyorum ayucuğum.
Doğum günün kutlu olsun.
Bazen bazı insanları yıllarca tanırsın da, bir arpa boyu yol alamazsın; bazen de çok az tanımana rağmen o kişinin hep hayatında olmasını istersin.
Ayucuğum sen hep benim hayatımda ol.
İyiki doğdun depresiflerin en tatlısı...
İyiki doğdun arkadaşım.
Sevgilerimle...
Heyyfi...

- Posted using BlogPress from my iPad