O sabah ne kadar da mutluydum. Bir yandan sırt çantamı hazırlıyor, bir yandan telefonu omuzumla kulağıma sıkıştırmış annemi arıyordum.
"Ben Ankara'daki barış mitingine katılacağım anne, sabah erkenden yola çıkacağız arkadaşlarla. Bitince döneriz yurda merak etme diye aradım. "
"Kızım senin okulun yok mu? İstanbul'dan Ankara'ya mitinge mi gidilirmiş hem. Otur oturduğun yerde."
"Barış için yürüyen bir kız yetiştirdim diye mutlu ol bence tontiş annem benim. Bak şimdi hazırlık yapıyorum, yurttan ve okuldan arkadaşlarla sabah yola çıkacağız. Seni çok seviyorum bir taneciğim. Dönünce seni ararım. İçin rahat etsin."
"İyi madem. Belli ki sen kararını vermişsin. Dikkat et kendine. Üşütme oralarda. Ankara soğuk olur, çantana hırka da koy. Beni de sakın habersiz bırakma. Sık sık telefon et olur mu kızım? Haydi yolunuz açık olsun bakalım..."
Sabah erkenden yola çıktık. Hatıra fotoğrafları çektirip, derslerden, sevgililerimizden konuştuk. Yolu böylece bitirip Ankara Garı'nın önüne geldik. Bu, Ankara'ya ikinci gelişimdi. Ne kadar da farklı görünüyordu. Memleketim olan şehirden de, okuduğum şehirden de çok farklıydı. Ciddi bir şehirdi sanki...
Kalabalık iyice artmaya başlamıştı. Birçok şehirden insanlar, barış istemek için aynı yerde toplanıyordu. Bu kadar güzel bir amaç için orada bulunmaktan dolayı kendimi hem çok özel hem de çok mutlu hissediyordum. Yeni insanlarla tanışıyor, baktığım her gözde sevgiyle bakmanın farklı renklerini görüyordum...
Yakınımızda bir grup halay çekiyordu. Elimdeki simitin susamlarını kemirirken onları izliyordum. Ne kadar mutlu görünüyorlardı...
Sonra bir ses duydum. Kulaklarım uğuldadı... Hepsi o...
Sabah çok ciddi görünen bu şehir, şimdi yaralı bir kuş gibi savunmasızdı. Her yerde kan vardı. Şu kanlar içinde yerde yatan az önce simitimin yarısını paylaştığım arkadaşım değil miydi?
Ya şuradaki kopmuş kol? O benim kolum değil mi? Annemin sabah almam için tembihlediği hırkanın kırmızı deseninden tanıdım yarım kalmış bedenimi yerde yatarken...
Aklıma ilk annem geldi. Şimdi ona kim, nasıl anlatacaktı benim öldüğümü. O, bu acıyı nasıl kaldıracaktı hasta bedeniyle... Acısının içinde bana içten içe kızacak mıydı, onu dinlemeyip gittiğim için...
Aradan birkaç gün geçti. Haberler sürekli artan ölü sayısını veriyor. Tanıdık tanımadık herkesin canı yanıyor. Herkes bu karanlık yüreklere nefretini, kinini kusuyor. Kimlerin suçlu olduğu, kimlerin bu katliamı yapmış olabileceğini tartışıyor...
Bir gün, "her insanın içinde toplu iğne ucu kadar bile olsa insanlık vardır" diye duymuştum. Artık buna inanmıyorum. Yokmuş...
Olsaydı, bedenine o bombaları sarıp, hem kendini hem o kadar insanı havaya uçurabilir miydi?
Olsaydı, sırf barış istiyorlar diye birileri, başka bedenlerin üzerine bomba koyup, "git kendini de, onları da havaya uçur" diyebilir miydi?
Bunlar bence insansız bedenler...
Karanlıkla boğulmuş esirler...
Herkes birbirine "şimdi ne olacak, artık bu ülke aynı ülke olmayacak" diyor, duyuyorum, görüyorum...
Bunu diyenlere katılıyorum... Aynı olmamalı... Değişmeli... İnsanlığını hatırlamalı...
Şimdi, kalbinde iğne ucu kadar insanlık olandan, kalbinde iğne ucu kadar karanlık olmayana kadar tüm insanlığa sesleniyorum. Hangi tanrıya inandığının, hangi dili konuştuğunun, hangi köklere sahip olduğunun hiçbir önemi olmadan kolları sıvayalım. Yeni bir dönem başlatalım. bu döneme de "İnsanlı bedenler" dönemi diyelim...
Kalplerdeki ışığı öyle bir parlatalım ki, karanlığın en büyük düşmanını karşısına koyalım. Kendi karanlıklarında boğulmalarını sağlayalım. Nasıl mı?
Çok kolay...
Dönüp dönüp aynı şeyleri konuştuğumuz koltuklarımızdan kalkalım ve ışığımızı her yere, herkese bulaştıralım... Önce bunu kendimizde yapmaya başlayalım...
Daha çok tanımadığımız insanlara gülelim, selam verelim...
Daha çok teşekkür edelim...
Daha çok özür dileyelim, daha çok seni seviyorum diyelim, sarılalım, başarıyı alkışlayıp, önünü açalım...
Çocuklarımızın okudukları okulların ne kadar pahalı olduğuyla değil, nasıl bir insana dönüştükleri ile gururlanalım...
İhtiyacı olanlara ulaşalım...
Üşüyen bir çocuğun ayağına giydirdiğiniz botun ve sırtına kondurduğunuz bir kabanın, aslında fazlasıyla sizi ısıttığını tekrar tekrar yaşayalım...
Elim sende oyunu oynar gibi. Kalbimizde bulduğumuz her parlak ışığı bulaştıralım birbirimize. Birçok basit ama etkili yolu var ışık bulaştırma oyununun...
Karanlığın üzerine üzerine gidelim. Halka halka büyüyen sevgi ışığını boca edelim üzerlerine. Öyle ki, kaçacak tek yerleri kendi karanlıkları olsun...
Bunları okurken kafanızdan " bu kadar basit değil bu işler" dediğinizi duyuyorum sanki.
Bu kadar basit...
Bulaştırılan ışık ve sevginin her türlü korku ve karanlığı yok edeceğine inanıyorum...
Bu arada ölü bir kızın "biz" diyerek konuşması tuhaf mı geldi?
Gelmesin...
Bedenim parçalanmış olsa da, ben buradan "Bize" bakıyor olacağım. Kopan kolum, parçalanan bedenim, dünyadaki sevginin uyanışına hizmet ederse ancak bir anlamı olacak. Aksi durumda ben, sadece annesini acılar içinde bırakıp, parçalanıp gitmiş bir bedenden ibaret olacağım...
İnsanlık barındırmayan bedenlere inat, bedenim olmadan da sizlerle insanlığımın devam edeceğini biliyorum...
Lütfen oyunuzu öyle bir kullanın ki, sevgi ışığını da atın zarfın içinde sandığa. İnsanlı bedenler olsun sonunda etrafımızda bolca...
Artık yüreklerimizdeki ışığın üzerindeki tozu silip parlatma zamanıdır. Zira ışığımızın her geçen gün azalması, karanlığın alkış tutması demektir...
Dilerim parçalanmış bedenim, insanlığın ışığını birleştirir...
Sizleri seviyorum...
Neden "Çayım taze..."?
Aklıma geldiğinde içimi ısıtan bazı anlar vardır.
Bunlardan çocukluğuma dair hatırladığım; annemin, sabahtan akşama kadar sokaklarda oynadığımızda ve heryerimiz toz-kir içindeyken, bizi içeriye alma çabasıyla seslenişidir: "Çocuklaaar, hadi artık akşam soğuğu çıktı, içeriyeeeee!!!"
Artık akşam soğuğu çıkmıştır, bundan korunacağımız, ısınacağımız, temizleneceğimiz yuvaya çağrılmaktır bu. Güven verir, huzur verir, içimi dinginleştirir. O günlerde de, şimdi de...
Artık yetişkinim. Beni akşam soğuğu çıktığı için eve çağıran ses yok. Hâlâ zaman zaman akşam soğuğu çıkıp, üzerime bir hırka almam gerekse, içim ısınır, güvende ve huzurlu hissederim. Sanırım örgü örmeye başladığımdan beri, bu yüzden hep hırka örüyorum:)
Annem'e Sevgilerimle...
Gelelim bugüne...
Büyüyünce içimi ısıtan cümlelerden biri; telefonun ucundaki bir dosta,
"Çayım taze, sıcak simitleri al gel" demek...
Bu cümle benim için dostluk demek, huzur demek, paylaşmak demek, hadi gel demek, gel de iki lafın belini kıralım demek. Davet eden de olsan, edilen de, ne fark eder ki?
Çayım taze...
Hadi alın sıcak simitlerinizi, peynirlerinizi, gelin bloğuma, iki lafın belini kıralım :)
Heyyfi