Dışarıda yağan deli yağmurla yarışırcasına cafeden içeriye girdiğinde, gözleri sabırsızca sevdiği adamı aradı. Esmer yakışıklısı, uzun boylu Kerem oradaydı. Zeynep'in aksine çok sakindi. Kahvesini yudumluyor, okuduğu gazeteden gözlerini ayırmıyordu. Bu sakinlik çok normal değildi. Az önce sevgilisi tarafından panik halinde aranan ve buraya randevu verilen kişi o değil miydi?..
Zeynep hızlıca sandalyeyi çekip oturdu. Sırılsıklamdı. Kerem masadan aldığı birkaç peçeteyi ona uzattı. Bir yandan yüzünü siliyor, bir yandan da ağlayarak sevdiği adama bakıyordu.
Genç adam, serçe yavrusu gibi titreyen kadının ellerini avuçlarının içine almış ısıtırken, Zeynep aklına ilk gelen kelimelerle ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Kerem, sakinlikle kayıtsız kalmak arasında bir tavırla yüzünü kadına yaklaştırıp, "Ne oldu canım, neden yine bu kadar sıkıntılısın? 'Konuşmam gereken şeyler var...' dediğinde sesin çok kötü geliyordu. Umarım her zamanki gibi fazlasıyla büyüttüğün bir konudur"
Bunları söylerken, durumun bu olduğuna emin gibi görünüyordu.
Bu tür krizler sık sık oluyordu çiftin hayatında. Zeynep, her şeyi dert edebilme konusunda mükemmel gelişim göstermiş bir genç kadındı. Biraz içerlemiş olsa da sadece omuz silkmekle yetindi.
Zira Kerem, arkadaşları ve ailesi arasında vurdumduymaz halleri ve her şeyi oluruna bırakan teslimiyetçi karakteriyle nam salmıştı. Bu iki zıt kişiliğin tek ortak noktaları aşklarıydı.
Zeynep kelimeleri ardı ardına ekliyor, soluk almadan konuşuyordu.
"Mehmet İsviçre'ye gitmeye karar vermiş o delişmen kızla..."
"Ee, ne var bunda? Selin senin için delişmen olabilir ama kardeşin onu çok seviyor. Eminim yakında da evlenirler. Kızın okulunu bitirmesi için İsviçre'ye dönmesi normal değil mi?"
"Kendisi dönsün, kardeşimi neden yanında sürüklüyor ki. Ya orada kalıp bir daha dönmezlerse ben ne yaparım. Ailemden neredeyse Mehmet'ten başkası kalmadı bu hayatta. O da giderse kimsem kalmayacak."
Kerem, oturduğu sandalyeyi Zeynep'e biraz daha yakınlaştırıp kızın başını göğsüne yasladı ve sevgiyle saçlarını okşayıp, gözyaşlarını sildi.
"Ne yani, sen şimdi beni yok mu sayıyorsun?"
Bunu söylerken gülümsüyordu...
"Hayır, olur mu hiç, sen benim sadece ailem değil herşeyimsin... Yani kan bağım olan kişiler anlamında söylemiştim ben..."
Kerem gevrek bir kahkaha attıktan sonra, -her zaman yaptığı gibi Zeynep'i biraz olsun sakinleştirebilmenin zaferiyle- "Tamam tamam şaka yapıyorum zaten" diyerek sevdiği kadının yüzünde günün ilk tebessümünü görebilmişti. Her ne kadar bu tür durumlar ilişkilerinde rutin bir hal almış olsa da, Zeynep'i gülümsetmeyi başarmanın tatlı gururunu her seferinde yaşardı genç adam...
Kısa bir sessizlikten sonra ilk cümleyi Kerem kurdu:
"Şu son günlerde herkesin dilinde olan akışa bırakma konusunu bir denesen diyorum, herşeyi çok kafana takıyorsun."
"Anlamıyorum bu akışa nasıl bırakılıyor. Yok saymak mı, boş vermek mi, yoksa kaderciliğin moda ismi mi? Kafam çok karışık inan..."
"Aslına bakarsan benim de kafam karışık bu konuda ama işe yarıyormuş. Hatta araştırmayı çok seven bir arkadaşım, benim doğuştan hayatı akışa bırakan biri olduğumu söylemişti..."
Kerem bu yorumundan sonra, gürültülü bir kahkaha daha attı. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra fincanını telaşla tabağa bırakıvermişti. Yüzyıllardır kimselerin ulaşamadığı, dünyayı değiştirecek kadar kadim bir sırrı paylaşmak üzereymiş gibi heyecanla konuşmaya başladı...
"Köpeklerden hiç korkmam. Çocukluğum mahallede sokak köpekleriyle oyunlar oynayarak geçti. Bir gün, yanlarından geçen kişinin korku kaynaklı salgıladığı bir tür kokuya duyarlı olduklarını ve bundan etkilenerek saldırabileceklerini duydum bir yerlerde. Köpekten hiç korkmayan ben, şimdi ne zaman yanlarından geçsem o kokuyu salgılama endişesi yaşar ve dikkatli olmaya çalışırım."
"Bu örneğin akışa bırakmakla olan ilgisini çözemedim."
"Bence var. Köpekten korkmadığım için hiçbir endişe duymadan yanlarından geçip gidiyordum. Ne zaman ki bu bilgiyi öğrendim, koku yaymaktan korkmaya başladım."
"Yani fazla bilgi korku mu getirir diyorsun sen şimdi?" Zeynep bunu söylerken, biraz da alaycı denebilecek küçük bir kahkaha atmıştı.
"Hayır. Buradan çıkacak sonuç bence şu: bir olayın sonucunu değiştiremeyeceksek, gereksiz yere endişe etmenin bir anlamı yok. Yayılan kokunun tehlikeli olduğu bilgisine ulaşmadan önce, "akışa bırakmak" denen şeyi doğal olarak yapıyordum. Bilgiye ulaştıktan sonra da bunu başarabilirsem bu iş oldu demektir."
"Hangi iş?"
"Akışa bırakma işi işte..."
Zeynep, yüksek sesle gülmeye başladı. Mehmet konusu, ne ara akışa bırakma tezleri üretmeye kadar uzanmıştı. Kerem'in her zamanki rahat halleri diye düşündü. Tatlı, çocuksu halleriyle bu esmer yakışıklısı adam, sevdiği kadını sıkıntılı halden çıkarıp gülen bir kadına dönüştürmeyi başarmıştı yine. Şefkatle baktı Kerem'e. Nasıl da heyecanla anlatıyordu yeni keşfini(!)...
"Ne gülüyorsun, bence çok mantıklı. Farkında olursak, ihtiyaç duyduğumuz anda akışa bırakma işini otomatiğe bağlarız, ne dersin?"
Cümlesini bitirirken, hınzır gülücüğüne tatlı bir göz kırpması eşlik etmişti.
Zeynep, sevgiyle eğilip Kerem'i yanağından öyle bir öpmüştü ki, yan masalardaki insanların dikkatini üstlerine çekmişlerdi...
Derin bir nefes alan Kerem ciddi duruşuna geri dönmüş, bu konuda birkaç okul bitirmiş bir tavırla konuşmasını sürdürmüştü:
"Bir tohumu düşün. Akışa bırakmak dışında büyümek için elinden ne gelir ki?"
"Biz bitki değiliz ama..."
"Olsun. En azından onlardan ilham alabiliriz öyle değil mi?"
"Nasıl, anlayamadım?"
"Düşünsene, tohum toprakla buluştuğu anda artık büyüme süreci başlar. Kuraklık, sel, afet ya da verimsiz toprak gibi endişesi olmaz. Sahip olduğu olanaklar neyse o kadar büyür."
"Bunun adı kader değil mi Kerem?"
"Peki kader dediğimiz şey, elimizdekilerle en iyisini yapmak değil mi?.. Bize belli kelimelerin verildiğini ve bu kelimeleri asla değiştirmeden bir kompozisyon yazmamız istendiğini düşün. Bu kelimeler mutlaka cümle içinde geçecek ama yazının iyi ya da kötü olması, bozuk ya da düzgün, güzel ya da çirkin, hatta içi boş ya da dolu olması bize bağlı olacak. Kader gibi... Bize verilen ve değiştiremeyeceğimiz şeyler için gereksiz yere endişe barındırmak yerine, bu kelimelerle en güzel yazıyı yazmaya, yani en güzel hayatı yaşamaya çalışmalıyız. Bence bu örnek hem kaderi hem de akışa bırakmayı anlatıyor. Bana verilen kelimeleri beğenmedim deyip kenara çekilip küsebiliriz yada elimizdekilerle en iyisini yapmaya çalışırız."
"Yahu konu ne zaman kardeşimden buralara kadar geldi?"
"Kardeşin, senin hayatındaki değiştiremeyeceğin kelimen. Onun yaşadıklarını kontrol etmeye çalışmak yerine, onun kendi kelimeleriyle yazdığı yazıya saygı duymak. Bu şekilde akışa bırakmış ve kendini üzmemiş olursun. Sırf akışa bıraktığımız için beklemediğimiz şekilde güzel sonuçlanan kaç olay oldu hayatımızda hatırlasana..."
Genç kadın susuyordu. Belli ki kafasında çokça soru işareti birikmişti.
Kerem konuşmaya devam ederek, "gel seninle bir anlaşma yapalım" dedi.
"Endişeli ve değiştiremeyeceğimiz bir konunun içindeysek, bu işi akışa bırakmalıyız. Bunu kendimize hatırlatmak istediğimizde de, "Bir akışa bırakıp çıkacaktım" diyelim ne dersin?..."
Sözlerinin peşi sıra kopardığı gürültülü kahkahanın ardından, sevdiği kadına sarıldı.
"Haydi sıkma canını artık. Mehmet için, bir akışa bırakıp çık. O da, sen de rahatlayın bir tanem..."
Genç kadın, kafası karışmış bile olsa yükünün hafiflediğini hissetti.
Sevgiyle Kerem'e baktı...
"Bir akışa bırakıp çıktım" canım dedi...
Gülümsedi...